Günlerden bir gün, bitkin ve meşgul gönüllerin arasında trene doğru adımlarımı usulca atarken, önceleri istasyon duvarlarında asılı olmayan resim galerisine ilişti gözlerim…

Renksiz, nefessiz ve bîhiss olan o gri duvarlar, küçük ellerde bulunan kalemin anlamlı darbeleri sayesinde mütenevvi renklerle tekrardan hayat bulmuştu sanki…

Duvarda asılı olan resimlerin her biri, yaşı ufak fakat hayalleri ve yürekleri büyük çocukların parmaklarından çıkmış eserler olduğu, hemen fark ediliyordu çoraklaşmamış gönüllerce…

Treni unutmuş, hayatın sahte koşuşturmasından kopmuş ve buradan olmayan hiss-i düşünceler içinde boydan boya asılı resimleri incelerken gözlerim, aynı zamanda bu resimleri çizen çocukların merak ve heyecanıyla dolmaktaydı yüreğim. Fırça ve kalemleriyle oluşturdukları bu renkli evrende kaybolurken zihnim, yaşadığımız hayata çocukların gözünden bakarak onların dünyasına adım atmaktaydı ruhum…

Bir uçtan diğer uca uzanan resimleri ve bu eserleri oluşturan çocukların hayallerini zihnime kazırken, bir an duraksayıp etrafıma bakınmak istedim; acaba benden başka bu güzellikleri fark eden, fark edip zaman ayırarak düşüncelere dalan var mı diye… Ne yazık ki; o duvarda hiçbir şey yokmuşçasına diğer solgun günlerde oldukları gibi ilerlemeye devam eden ama aslında ilerler görünseler de kendi içlerinde gerilemeye yüz tutmuş insan-cık-lar vardı etrafta…

Bu cansız tabloya bakarken hüzünle anladım ki; insan-oğlu, ölü gibi yaşamayı ne kadar da ustaca başarabiliyor. Bedenleri, mekanik birer robot misali oradan oraya hareket etse de ruhları, yürekleri, duyguları ve hisleri, kısacası insanı insanlık bilincine/şuuruna ulaştıracak tüm değerleri/erdemleri ya ölmüş ya da ölmek üzereydi türdeşlerimin…

Demek ki ölü gibi yaşayan insanoğulları içinde yaşadığının, nefes aldığının kanıtı olabiliyormuş bazen az bir hayretle silkelenmek insan olabilmişler için, olmaya çalışanlar için…

Bu düşünceler üzerine uzun uzun düşünürken, aniden başka bir düşünce girdabının içine düştü zihnim. Yargıda bulunduğum insanlar hakkında “Haksızlık yapmıyor musun?” sorusu usulca sararken düşüncelerimi, ansızın cevap aramaya koyuldu ruhum...

Bir iz bulmak ümidiyle çıktığım bu dikenli yolda; resimleri umursamadan geçip giden o insanların içlerindeki savaşları görmeye, verdikleri savaşlarda aldıkları yaraları sarmaya çalıştıklarını sezmeye ve hayatın omuzlarına yüklediği sorumlulukların ağırlığı altında ezilen ruhları daha iyi anlamaya başladım. Gerçekten de bin bir türlü dert ve sıkıntı içinde boğulan bir ruh, bin bir türlü takınak içinde sancı çeken bir zihne sahipken insan, nasıl kafasını kaldırıp bakabilir o resimlere, baksa da nasıl düşünebilir ki?

Evet, bu pencereden bakıldığında haksızlık ettiğim ortaya çıkıyor.

Fakat durum tam da böyle değil sanki…

Çünkü böyle olduğunda bu sefer kafasını kaldırma cesaretini gösteren ve her şeye rağmen düşünme sorumluluğunu omuzlarına yükleyenlere haksızlık yapılmış olmuyor mu? Onların derdi, tasası, yükü ve yapmak zorunda oldukları şeyler yok mu? Onlar da bunca yükün altında ezilirken, neden diğer insanlar gibi umursamazlık/vurdumduymazlık bahanesine sığınmamış, neden sayısız düşünceler içine bir düşünce daha ekleme iradesini gösterebilmişler?

İşte tam da bu sorular içinden çıkıyor aradığımız o cevap;

Evet, insan, hayat yolculuğunda türlü dert, sıkıntı ve zorluklarla karşılaşabilir, bu kaçınılmaz bir gerçektir. Hatta bu zorluklar, insanı acı ocağında yoğuran, pişiren ve olgunlaştıran birer fırsat olarak da görülebilir. Fakat içinde bulunduğu şartların bahanesiyle insan, insan olma sorumluluğunu göz ardı edemez, etmemeli. Bir tarafı mamur etmeye çalışırken, asıl olan diğer kısmı imha etmeye girişemez, girişmemeli, insanlığından ödün veremez, vermemeli…

Bu misal de bir anlık cesaret gösteremeyip o resimleri umursamayanlar, geçici hayatın içinde geçmeyecek kendilerini imhaya girişirken, bir anlık cesurca davranıp o resimler üzerine düşünebilenler, -yani bir başka insanın ruhunu ve hayatı anlamaya çalışanlar- verilenin mutlak suretle geri alındığı hayatın içinde geçmeyecek kendilerini inşâ etmeye girişiyor.

Şimdi siz karar verin:

İnsanı insan yapan özün ölmesini göze alarak kabuk kırılmasın diye çabalayanlar mı yoksa kabuk kırılırsa kırılsın özü muhafaza etme gayretinde olanlar mı daha haklı?

Özü çürümüş fakat dışı sağlam kabuğun bir değer var mı?

Kabuk kırılmadan toprak altından (karanlıktan) gün yüzüne (aydınlığa) çıkabilir mi tohum?

İlki ilerler görünen bir gerileme, diğeri gerileme içinde bir ilerleme değil mi?

Neticede ilki ölüm, diğeri hayat değil midir insan için?