Seçimlere artık sayılı günler kaldı. 6 Şubat’ta yaşadığımız, 11 ilimizi etkileyen, 14 milyon insanımızın doğrudan etkilendiği, 50 binden fazla insanımızın hayatını kaybettiği depremin üzerinden yaklaşık 2 ay geçti. Deprem her şeyin olduğu gibi seçimlerin klasik doğasını da değiştirdi. Propaganda yöntemlerinin, kampanya süreçlerinin hepsinde ilk sırada doğal olarak deprem var. Her ne kadar iktidar kanadı muhalefeti depremi dikkate almadan konuşmakla itham etse de asıl sorun iktidarın kullandığı dilin kendisinde. İktidar sanki sandığa değil de başka bir yere gidiliyormuş gibi bir hava ile insanların önceliklerini değiştirmek, ekonomik sıkıntılarının üzerini örtmek ve böylece bir oldubitti ile seçimlerden yine önde çıkmayı hedefliyor.
İktidar bu zamana kadar hiçbir seçim döneminde olmadığı kadar seçim ekonomisine zirve yaptırmış durumda. Devlete personel alımından tutunuz, emekli maaşlarına, oradan elektrik ve doğal gaza indirime kadar birçok alanda acil kararlar alarak erimeyi durdurmaya çalışıyor. Ancak hiçbir adım bu erimeyi engellemeye yeterli olmayacak. Et fiyatlarının 300 TL’nin üzerine çıktığı bir ortamda ne yaparsanız yapınız, her yaptığınız şey bu sonucu değiştiremeyecektir. Türkiye’nin gerçek gündemi zirve yapan yoksulluk ve herkesi derin düşüncelere sevk eden önü alınamayan yolsuzluk iddialarıdır.
Diğer taraftan dış politika alanında ise biraz suskunluk var gibi bir hava yaşıyoruz. Her seçim döneminde dış politikayı iç politikanın ana malzemesi haline dönüştüren iktidar kanadı bu seçimde bunu şimdilik atlamış görünüyor. Bugünlerde seçimler kaybedilirse Mekke düşer, Filistin düşer diyenlere pek rastladığımız söylenemez. Böylesine duygulara zirve yaptırmaya dönük alanı boş bırakmaları biraz şaşırtıcı bir durum değil mi? Yoksa artık o propaganda yönteminin çok da etkili olmadığına mı karar verildi acaba, bilemiyoruz.
Zaman zaman yeri geldiğinde bu iktidarın en başarısız olduğu alanın dış politika olduğunu yazıyor, söylüyorum. Buna gerekçe olarak da en başta sonrasında yalan olduğu kendi ülkeleri İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ( ABD) tarafından da tescil edilen, Irak’ta kitle imha silahlarına dönük zamanında Türkiye’nin üzerine düşenleri yapmamasını ve Suriye meselesinin ülkemizi getirdiği nokta olarak ifade edebilirim. Bu iki başlık zaten 20 yılın dış politik gelişmelerdeki sorunların ana kaynağını oluşturuyor. Irak gibi bir tecrübenin ardından Suriye meselesinde gereken dikkat ve özenin gösterilmemiş olması bugün karşı karşıya kaldığımız sorunların nedenleri hakkında bizlere birçok fikir veriyor.
Suriye’de hâlâ belirsizlikler devam ediyor. ABD hâlâ Fırat’ın doğusundaki PYD/YPG ile olan ilişkisini gözden geçirme ihtiyacı hissetmiyor. Aksine bölgeye helikopterler dâhil tam bir ordu teçhiz etmek gibi bir yola girmiş durumda. İdlib’deki muamma ise başlı başına Demokles’in kılıcı gibi Türkiye’nin başında dolaştırılıyor. Yeni bir göç dalgası ile yüzleşmek istemeyen Türkiye, durumu zamana yaymaya çalışıyor. Bir yanda Rusya, İran, Suriye İdlib’in örgütlerden temizlenmesini istiyor, diğer yandan ABD İdlib’deki statükonun devam etmesi için her şeyi yapıyor.
Yunanistan ile deprem sonrası tansiyonun düşmesi kısmi olarak bir sessizliği beraberinde getirmiş olsa da orada her an yeni sıkıntıların doğması vaka-i adiyeden sayılır. Kıbrıs zaten her zaman bildiğiniz gibi. Uluslararası camia KKTC’yi bir türlü kabullenemiyor. Türk Devletleri Teşkilatı gibi yapılanmalarda KKTC’ye alan açmak doğru bir adım ama daha farklı süreç yönetimlerine ihtiyaç olduğu muhakkak.
Azerbaycan ve İran arasında yükselen tansiyonun maliyet analizinin Türkiye tarafından tam anlamıyla yapıldığı kanaatinde de değilim. Karabağ Savaşı’ndaki elde edilen zaferin hukukunun korunması başta ancak bölgesel barışın tesisi ile mümkün hale gelir. İsrail’in bölgeye olan özel ilgisinin neleri beraberinde getireceği umarım hem Azerbaycan hem İran hem de Türkiye tarafından doğru okunuyordur.
İran-Suudi Arabistan yakınlaşması, Çin’in arabuluculuk noktasındaki cesareti, Rusya ile Çin arasındaki görece artan muhabbet, Ukrayna’da devam eden belirsizlik gibi başlıklar dış politikanın ana gündemleri olmayı sürdürüyor. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin Rusya’ya savaşın başladığı dönemin aksine daha sert tutum almaları, Rusya ile en alt seviyede ticari faaliyet içinde olmaları bundan sonra neler olabileceğine dair pek bir yorum yapma imkânı da vermiyor. Belirsizlik en kötü sonuçtan bile daha kötüsüne hazırlıklı olmamızı bizlere sürekli hatırlatıyor.
ABD ile Türkiye arasında ise bütün meseleler sümen altına atılmış havası verirken, her şey F-16 uçaklarının alımının etrafında dönüyor gibi. Türkiye diğer konuları ya tamamen unuttu ya da unutmuş gibi yapıyor.
Sonuç olarak 14 Mayıs sonrası Türkiye’nin önündeki en önemli sorunların başında dış politika gelecek. Şahsi ilişkilerin belirleyici olduğu, dün düşman olanın bugün rahatlıkla çok sıkı dost olarak tarif edildiği, baş döndürücü zikzakların kurumsal aklı ortadan kaldırdığı bir dönemin geride bıraktığı hasarlar nedir bunları da ancak seçimlerin ardından bu iktidarın iş başından çekilmesiyle daha iyi görebileceğiz.