Yapraktan çok zeytin var ağaçlarda bu yıl,
Denize bakan dağların yamaçları,
İyot kokusundan mıdır,
Ya da deniz suyunun minerallerinden midir,
Daha besili zeytin meyveleri,
Körfezin sahile sıralanmış inci taneleri; Akçay, Edremit, Güre, Altınoluk.
Kıyıların makûs talihi, cami yok.
Cami olsa bir başka hazin öykü, cemaat yok.
Restoranlar, tavernalar, beach oteller dolu.
Küçük Kuyu’dan Assos’a doğru,
Balıkesir’den çok daha hızlı bir Yunan fanatiği Çanakkale.
Kimi işletmelerin isimleri Yunanca; Kalimera, Despina, Penelope, Selene, Lydia, Katerina, Dimitra.
Sanki hiç savaş yapılmamış, binlerce genç ekin yitirilmemiş gibi bir özlem Yunan’a.
Karşıda Midilli,
Rakı eşliğinde Anna Vissi, Aliki Vuyuklaki, Eleni Foureira’nın şarkılarını dinlemekteler.
Mavi elmas denizlerden geçmekteyiz,
Zümrüt dağlardan,
Hazinelerin ortasında lakin mutlu değiller sanki öz kültürlerinden,
Uzak köylerden ezan sesi geliyor,
İnsanlara ironi yaparcasına, sadece zeytin ağaçları ve deniz dalgaları secdeye varmakta.
Nefes kesen manzaraya karşı yirmi dönümlük arazisi içinde eski arkadaşıma vardığımda,
Deniz, zümrüt dağlar, görkemli ağaçlar tabur tabur zeytinlikler, incirlikler, narlıklar, hurmalıklar matemde.
Kadim dostum da, bahçesi de, ağaçları da gidenin yasını tutmakta.
On yıl değil de on gün önce ayrılmış gibi müteveffa eşinin acısı ile gözlerinde yaşlar.
Eşinin diktiği ağaçlar heybetli olup kendisine arkadaşlık etseler de,
Bu matemi hâlâ yaşayan evin hanımının elemine ortak olur gibi zeytinler az ve cılız.
İncirler, şeftaliler, meyveler kararmış, kurt içinde.
Asma çardağında üzümler yanmış,
Bahçıvan olmasına karşın ağaçlarda küsme, yılgınlık, kırgınlık had safhada.
Eşinin elleri ile yaptığı havuza artık su doldurmuyormuş,
O da viran olmuş.
Yaşam yoldaşının yası ile perişan eski dostum,
Denizi onca sevmesine karşın “gidenden sonra artık bakmıyorum bile” demekte.
“Tam çocukları evlendirdik rahat edeceğiz derken o uğursuz kaza ile.
Şimdi çocukların her biri bir yerde.
Avustralya, Finlandiya, Normandiya yakın değil ki gelsinler”.
Senede bir kez görebildiği evlatlarına özlem,
Fakat en fazla keder veren bir başına kalmışlığı,
Evlatlarının sıkıntısını, eşinden ayrılanın yalnızlığını anlatabileceği, çocuğu olmayanın hüznünü konuşabileceği, tek torununun hastalığının verdiği endişeleri paylaşabileceği hayat arkadaşının olmayışı iyice bükmüş belini.
Kırk yıl önce arazilerini aldıklarında duyduğu sevinç,
O zamanlar gençtir, toprağı un edip elemektedir.
Bahçe, çocuklarının cıvıltıları ile şen şakraktır.
Her ürünü yetiştirmektedirler.
Başlattıkları evlerinin inşaatı,
Her paralarını biriktirdiklerinde yükselen katları,
Her çocuğa bir daire diyerek sonunda ev dört kat olmuştur,
Lakin kimsenin kalacak vakti yoktur artık.
Gözlerinde kurumuş yaşlarla denize bakıp mırıldanıyor:
“Keşke yaşasaydı da çadırda olsaydık, malımız mülkümüz olmayaydı,
Şimdi her şey acı vermekte.
Ne İstanbul’da kalabiliyorum,
Onun diktiği ağaçları özlüyorum.
Ne de burada huzurluyum, her şey onu hatırlatıyor,
Ancak şu kurumuş arazinin bekçiliğini yapabiliyorum.”