Ortadoğu siyasi rejimleri (devlet olup olmadıkları ayrı

bir tartışma konusudur), aslında basit olan, karşılaştıkları iç ve dış

sorunları çoğunlukla çözemedikleri için, hemen dış bir kaynağa ve güce hamletme

alışkanlığına başvuragelmişlerdir. Çünkü bu alışkanlık, çoğunlukla farklı

saiklerden kaynaklanmakla birlikte, halkın belli bir kesimi, özellikle yine

farklı algılama ve tahlil etme nedenlerine bağlı aydın kesimin bir bölümünce

de desteklenme seçeneği içinde yer almaktadır. Bütün bu farklı saikler ve

onlarla ilgili algılama ve görüşler, siyasi rejimlerin varlığını, yapısını,

işlev ve ilişkilerini, elbette niyet ve yeteneklerini irdeleme, eleştiri

süzgecinde geçirme ve sağlıklı bir şekilde değerlendirme dikkat ve çabalarını

köreltmekte, giderek dumura uğratmaktadır.

Genel bir gözlemle, söz konusu siyasi rejimlerin,

yönettikleri iddiasında bulundukları halkların toplumsal gerçekleriyle,

dolaylı bir şekilde bile, varlıklarını temellendirici ve gerçek anlamda

meşruiyet sağlayıcı esaslı bir ilişki üzerinde oldukları bir hayli kuşkuludur.

Gerçi esaslı olmasa da, şartlı bir şekilde ve göreceli olarak toplumsal

gerçeklikle nisbeten kurulmuş gözüken ara dönemler olmuştur. Böyle dönemlerde,

siyasi rejimlerin sertliğinden ve şiddetinden azalma olmasına rağmen, toplumsal

gerçekliğin kendi doğal akışına uygun göreceli iyi sayılabilecek gelişme seyri

gösterdiği söylenebilir. Sözgelimi, başta Mısır olmak üzere, Suriye ve Irak ta

yakın zamanlara kadar, toplumsal gerçekliği dikkate alır bir tutum içinde

olduğunu iddia eden Baas anlayışı, hiç değilse göreceli bir toplumsal barışı,

kendi içinde çelişkiler taşısa da belli görünürlükte ekonomik bir kalkınmayı ve

çok zayıf olsa da gelir dağılımı dengesini sağlamış gibi duruyordu. Elbette

sağlanmış gibi gözüken denge, toplumsal gerçekliğin tam olarak kavranamadığını,

tek boyutlu iktidar yoğunlaşmasıyla kurulmaya çalışılan toplumsal barışın,

kalkınmanın ve gelir dağılımının, bu gerçekliği yüzeysel ve tek yönlü kavrandığı

olgusunu ortadan kaldıramamıştır. Dolayısıyla, toplumsal gerçekliğin kendi

mecrasında akışı, siyasi rejimin varlığına bir tehdit olarak algılandığı için,

hem iç unsurların birbirleriyle sürtüştürülmesi, hem de dış etkenlerin

desteklerinin sağlanması ve yenilenmesi arzusuyla kesilmiş, hatta boğulmuştur.

Fakat bütün bunların örtbas edilmesi için, aslında niyet

ve eylem ortaklığı içinde oldukları dış kaynak ve güce atıfta bulunma

alışkanlığı devreye sokulmuştur. Elbette burada toplumsal gerçekliğin

merkezinde belirleyici ilke olarak duran din , hemen ve kolayca başvurulan ve

istismar edilen olgu olmaktadır. Toplumun hafızasında, geçmişte meydana gelmiş,

çoğunlukla hâkimiyet ve iktidar güdülerinden kaynaklanan bir takım tarihi

olaylar, sanki şu anda cereyan etmekteymiş gibi ortaya sürülmektedir. Bunu

ortaya sürenlerin varlıkları, düşünce ve eylemleri, icraatları, bizzat din in

özüne, ruhuna, yerine getirilmesini öngördüğü davranış tarzına kökten karşı bir

niteliktedir.

Bu genel gözlem, Ortadoğu siyasi rejimlerinin, özellikle

toplumsal gerçeklik bağlamında sorgulanması gerektiği sorununa götürmektedir

bizi. Soyut ve toplumsal gerçekliğin öncelikli ihtiyacı konumunda olmayan

teolojik bakış ve onu esas alan bir tartışma, toplumsal gerçekliği kendi

bütünlüğü içinde kavramakta yetersiz kalacağı gibi, Ortadoğu siyasi

rejimlerinin varlıklarını devam ettirmede de, böyle bir niyet içinde olmasa

bile, destekleyici durumda olmaktan kurtulamaz. Nitekim birçok aydın ortaya

koydukları, kendi bağlamında belli bir düşünce değerine sahip görüş ve

eylemlerine rağmen, bu rejimlerin ayakta kalmalarına, istemeden yardımcı

olagelmişlerdir. Çünkü din i toplumsal gerçekliği içinde ve boyutunda değil,

belki de, daha çok tarihi veriler çerçevesinde ele alıp yorumlama yolunu tercih

etmişlerdir. Bazen de, farkında olmadan veya maslahat gereği diyerek bir

hâkimiyet ve iktidar algısı içinde anlamaya yönelmişlerdir. Fakat toplumsal

gerçeklik konusunda yeterli birikim ve donanıma sahip olunmadığı için,

sözgelimi elde edilen yarım-yamalak hâkimiyet ve iktidarlar, adeta elde infilak

eden bombaya dönüşmüştür.

Bunun için, toplumsal gerçekliğin felsefe, bilim, sanat

ve edebiyat boyut ve oylumlarıyla ele alınıp üzerinde derin ve yoğun

düşünmelere, duyuşlara, kavrayışlara ve terkiplere ihtiyacı vardır.