“İnsanların en hayırlısı ömrü uzun olup ameli güzel olandır.” (Hadis-i şerif)

“Varmak o iklime ki uğramaz ihtiyarlık

Ebedi gençliğin taht kurduğu yer mezarlık

Ebedi gençlik ölüm desem kimse inanmaz

Taş ihtiyarlar selvi çürür ölüm yıpranmaz.”

(Necip Fazıl Kısakürek)

Rahmetli; fikri ile zikri bir, nefsine değil, çevresine faydalı olan adam gibi adamdı. O, hayatının her demini insanlığa yararlı işlerle geçiren Mehmet Recai Kutan ağabeyim idi.

Bugün o da her fani gibi emr-i Hakk’a uyarak ahirete göçtü. Yolunuz açık olsun. Sizi efendiliğinizle, çalışkanlığınızla ve de dürüstlüğünüzle bu millet asla unutmayacaktır. Bu dünyada hangi görüşte, hangi düşüncede ve hangi meşrepte olursa olsun herkesin Recai Kutan’ın ismi geçince eyvallahı vardır. O, Millî Görüş camiasının göz bebeği ve İslam âleminde de ona çok dua edenlerin vardır. Muhterem ağabeyim; öte âlemde Allah cemaliyle sizi şâd ve handan eylesin. Bizden önden gidenlerin tümüne selam olsun. Yüce Rabbim mekânınızı cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin.

Mehmet Recai Kutan ağabeyim hayata iken bizzat kendilerinin okuyarak, onayını aldığım bu yazımı; bugün vefatıyla ona dualara vesile olması dileğiyle yayımlıyorum. Demek bugüne nasip olacakmış onu hayırla anıp, iyilikle yâd etmeye!..

İşte o yazı:

“O, 1952 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nin inşaat bölümünden mezun olunca önce doğduğu il Malatya’da, DSİ 92 şubede mühendis olarak göreve başlar. Sonra da Diyarbakır’a, Devlet Su İşleri 10. bölge müdürü olarak atanır. O günden beri adı Anadolu’da “Suyu Arayan ve Suya Gem Vuran Adam” olarak kayıtlara geçen, şimdi de doksan dört yıllık ömrüyle, bedenen bir avuç kalmış ama hâlâ beyni saat gibi çalışan, bir de söz su ve barajlardan olunca bugün bile göreve yeni atanmış bir delikanlı gibi heyecan duyan, ender insanlardan biridir Mehmet Recai Kutan ağabey.

Diyarbakır’da inançlı, idealist, gayretli genç mühendisler: Fehim Adak, Korkut Özal, Ömer Naim Barın, Mehmet Helvacı, İsmet Ağan ve Abdurrahman Ünsal, onun vazgeçilmez mesai arkadaşlarıdır. Bu idealist, inançlı genç mühendislerin hedefi; Güneydoğu Anadolu’nun makûs talihini yenmek, “Su Medeniyeti”ni yeniden ihya etmek ve Fırat ile Dicle nehirleri üzerinde barajlar inşa etmekti. Bunun için ant içip hayatlarını bu uğurda feda edecek kadar gözü pek insanlardı.

Yukarı Mezopotamya’nın verimli Hilali’ni yeniden ihya etmek; bölgeyi stratejik tarım ambarı yapmak, bölgenin elektrik ihtiyacını karşılamak onların başlıca hedefleri arasındaydı. Bu münevver mana erleri, gönüllerindeki “Yarınki Türkiye’leri” için yeni, yepyeni bir hareketin öncülleri olacaklardı ileride. Günü gelince “Dava”ya lokomotif olacak birinin etrafında hâlelenip “Yeniden Anadolu Medeniyeti”nin ihya ateşini harlatacaklardı. Ellerindeki o sönmez ilim ve irfan meşaleleriyle bu karanlık günleri, aydınlık günlere çevireceklerdi. Onlar hiç vakit geçirmeden kolları sıvamış ve Diyarbakır’da işe girişmişlerdi. Hummalı bir çalışma içinde idiler, onlara tahsis edilen o daracık mekânlarda. Arılar gibi çalışıyor, bölgenin gemlenecek baraj yerlerini, haritalar üzerinde işaretliyor ve de katır sırtlarında bizzat sahaya inerek o yerlere kazıklar çakıyorlardı.

İLİM DOĞU’DAN BATI’YA, BATI’DAN DOĞU’YA…

İlmin ışığı, mazide Doğu’dan Batı’yı aydınlatmıştı. Orta Çağ’da karanlıklar içinde hurafelerle boğuşan Batı’yı “Kayıp Medeniyetimizin” aydınlık yüzleri; mana erleri asırlarca aydınlatmıştı. Bir zamanlar Endülüs Medeniyeti; Avrupa’ya ışık saçan bir kaynak olmuş ve Batı âlemi de bununla Rönesans’ını yapmıştı. Bunu da ilmin namusunu taşıyan Batılı âlimleri de inkâr etmezler.

Bugün ise hayatın çarkı tersine işliyor. Teknoloji ve müspet ilimin meşalesi Batılıların elinde parlıyor. Bu kez de Batı, Doğu’yu aydınlatıyor. Bunu yenmek için yıllarca ilme susamış yürekler o “Kayıp Medeniyetimizin” mirasına kavuşma aşkıyla yanıp tutuşmuşlardı. Artık maddede ve manada yetişen bu idealist gençlerin elinde ilim meşalesi yeniden Doğu’dan Batı’nın aydınlatıcısı olacaktı. O günler de uzakta değildi. Ati parlak olacaktı.

ANADOLU’DA YEŞEREN UMUTLAR

Gaye insan, ufuk peygamber, Yüce Nebi’nin “İlim, müminin yitik malıdır nerede bulursa alır.” düsturunu hayatlarının nirengi noktasına koymuş ve ona yürekten inanmış enerjik bir kadro geliyordu.

Yıllar sonra Anadolu’nun verimli topraklarında filiz veren bu kökler; İstanbul Teknik Üniversitesi ve diğer ilim yuvalarından mezun olmuşlardı. Mezopotamya’nın verimli topraklarında, Dicle Nehri’nin kıyısında kurulan tarihi kadim kent Diyarbakır’da (Amed) ve Anadolu’nun diğer illerinde görev yapan bu beyinler bizlere umut vaat ediyorlardı. Bir kutsal gaye uğruna, kafa kafaya veren bu inançlı idealist kadrolar, büyük işlere ileride imza atacaklardı. Anadolu’da “Çay bile demlenmeden bardaklara dökülmez ve de gönülleri de şâd etmez.” derlerdi eskiden. Şimdi o gençler; demlenmiş çaylarını, ince belli Paşabahçe bardaklarında Diyarbakır’ın evsel bahçelerinde keyifle yudumluyor, istikbale dönük hayallerini hayata geçirmek için birlikte çalışıyor ve durmadan istişareler yapıyorlardı.

Yeniden “Yarınki Türkiye”nin dirilişi ve uyanışı için beyin patlatılıyorlardı. Yıllarca önleri kesilen, fikirleri yok sayılan, hatta bir adım öne çıkanlarını hemen tedip için kodeslere tıkayanlar; artık gördüler ki, bu insanlar bulundukları yerleri medreselere çeviriyorlardı. Ve kodeslerden çıkınca da daha da bileyleniyor, birer ilmin kahramanı kesiliyorlardı. Ülkede yıllarca seküler eğitim sistemi rekabetçi bir gençlik yetiştirememişti. Tek tip insan yetiştiren bir maarif sistemi vardı ülkemizde. Bu sistemin imalat hataları mühendisler, sosyal bölümlerden mezun olan yiğitler de Agora meydanlarını doldurmuşlardı. Bu idealist ve inançlı gençliğin öncüleri her makam ve mevkilerde boy göstermeye başlamışlardı. Onlardan öğretmen, akademisyen, doktor, mühendis, hukukçu, edip, şair, imam, işveren, işçi ve sanayiciler yetişmişti. Bu inançlı ve idealist damarlar her tarafta varlık gösteriyorlardı artık. Öbek öbek bu nüveler gittikleri Anadolu’nun her tarafını gülistana çeviriyorlardı. Tek tek ağaçlar birleşerek birer orman oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu fikir ormanları gittikçe gümrahlaşacaktı.

Sistem de artık onları adam yerine koymuş, fikirlerini dişlerini sıkarak dinlemekteydi. Ülkede sol ve sağ materyalist gençliğin yanında bir de mukaddesatçı ve maneviyatçı bir gençlik de yetişmişti.

Yurdun kararan fikri, imanî ve siyasi ufuklarını yeniden aydınlığa kavuşturmaya çalışan bu yiğit mana erlerinin her biri kendi mecralarında büyük gayretler içindeydiler.

NAKIŞ NAKIŞ MANEVİYATLA İŞLENEN ANADOLU

Anadolu’nun yalçın dağları kadar başı dik, gönlü hürriyet aşkıyla tutuşan, dili hakkı zikreden, kalemi nurlar saçan, şarkın kartal bakışlısı, yıllarını sürgünlerde, Anadolu’nun çeşitli mahpushanelerinde çile çekerek geçiren, zehirlenen, bulunduğu mahpushaneleri Medrese-i Yusufiye’lere çeviren Bediüzzaman Said Nursi idi. O’nun Risale-i Nur Külliyatı yeniden insanların imanlarını ihya için Anadolu’nun her tarafında çilekeş dava erleri şakirtleriyle yayılıyordu. O’nun yurdun dört bucağını karış karış adımlayan karınca misali yiğit talebeleri vardı.

Süleyman Hilmi Tunahan da Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okuyanların çoğalması için, yıllardır yasaklanmış bu İlahî Kelâmı, yeniden genç dimağlarına nakşetmek için yurdun dört bucağını harıl harıl, karış karış tarıyorlardı.

Anadolu coğrafyasında Necip Fazıl Kısakürek ise Büyük Doğu fikriyatını gerek yayımladığı Büyük Doğu dergisiyle ve gerekse Anadolu’nun her şehrinde verdiği konferanslarla o da davasını gönüllere ve beyinlere nakış nakış işliyordu. Üstad Necip Fazıl, bir hitabet virtüözü idi. Gönülleri fethetmeye devam ediyordu o şahane konferanslarıyla. Anadolu gençliği Sakarya gibi çağlıyordu. Anadolu ayakta idi.

Anadolu’nun karanlık ufuklarını manen yırtmak için yiğit mana erlerinden Abdülaziz Bekkine ise maneviyat çadırını Zeyrek’te, İstanbul’un göbeğinde açmıştı. Bulunduğu mekânı birer maneviyat sofrasına çeviriyordu. Üst düzey bürokratlar, üniversite hocaları ve öğrencilerinin onunla hemhal olmaları işin rengini değiştiriyordu. Bir maneviyat şelalesi gürül gürül akıyordu İstanbul’un içinde. Diğer mana erlerinden Abdülhakim Arvasî de Eyüp Sultan Camii’nde gönüllerin fethine çıkmış, gönül erlerinin gönül deryasında kulaç atanlarına ve onların gönüllerini irşadına başlamışlardı.

Fatih’te, İskender Paşa Camii’nde Mehmed Zahid Kotku’nun sözü ve sohbeti o münevver insanlar ve üniversite gençlerine bir cazibe merkezi olmuştu. Onun güzel vaaz ve nasihatlerini dinlemek için camiye gelen taze beyinlere birer ışık ve nura hasret o yüreklerine parıldayan ilmi şulelerle verdiği o gönül dersleri; derse gelenlerin gönüllerini cilalıyordu. İskender Paşa Camii’ne gelen daha çok mühendis ağırlıklı gençlerdi. O ders halkası gün geçtikçe genişliyordu. Oradan manevi icazetlerini alanlar Anadolu’da gittikleri yerleri gülistana çeviriyorlardı. Oraya devam eden bu öğrencilerin içinde yarının siyaset önderleri çıkacak ve yarınki Türkiye’nin siyaset sahnelerinde rol alacaklardı. Anadolu’nun manevi mimarları; akıl ile gönlü, ilim ile imanı birleştirince yurdun üstüne çöken kâbus yok olacaktı.

İsmailağa cenahı da Mahmud Ustaosmanoğlu’nun etrafında halelenmiştiler Fatih/Çarşamba civarında. Onlar daha çok kız öğrenciler üzerinde duruyorlardı. Çalışmalarını daha çok kızlara tahsis etmişlerdi. “Aileyi elde eden, toplumu elde eder” ilkesini benimsemişlerdi. Kur’an’ı hıfzetmek onlarda öncelikli idi. Hafız-ı Kur’an olmak bile Kur’an’ın bir mucizesi değil midir?

Yine; Mahmud Sami Ramazanoğlu da sessiz sedasız, derinden Erenköy, Göztepe’de icrayı faaliyette idi. O daha çok varlıklı zengin insanlar ve iş adamları üzerinde duruyordu. O da ilmik ilmik örüyordu o gençlerin gönül tellerini ve de buna teşne olan beyinlerinin kıvrımlarını. Tasavvuf ekolünün önde gelen manevi erleri hararetle çalışıyorlardı tüm yurtta. O, manevi mimarlar dünden kalan birer ekol gibi idiler. Ben; üniversitede öğrenciyken; İstanbul Özel Erenköy İlkokulu’nda öğretmenlik yaptığım dönemde bunlara bizzat şahit oldum.

Anadolu’nun diğer bölgeleri ve Doğu/Güneydoğu’sundaki feyiz membaları da ağuşlarını açmışlardı Anadolu’nun ilme ve imana susamış gençlerine.

Nurettin Topçu da Hareket Dergisi’nde Anadoluculuk fikriyatını, ilme susamış Anadolu gençliğine sunarak yol alıyordu.

Anadolu’nun her yerinde kendi imkânlarıyla gelişen diğer fikri ve irfani hareketler de kendi köklerini sağlamlaştırmak için emin adımlarla ilerliyorlardı Anadolu topraklarında. Yurdun karanlık günleri artık aydınlanacaktı.

Sezai Karakoç da Mana Medeniyetimizin yılmaz savaşçısı, mütefekkiri, metafizik şiirimizin usta şairi ve de Doğunun Yedinci Oğlu olarak tek başına yayınladığı Diriliş Dergisiyle, Diriliş Neslinin Mimarı o da ufkumuzu aydınlatan yüce kandillerdendi.

Kadim Anadolu’da Moğollardan bu yana gelenek ve göreneklerimizle; imani kültürümüze yapılmış en büyük tahribata karşı kendilerini yeniden inşa etmeye çalışıyorlardı.

DEVRAN DÖNÜYOR, KARANLIKLAR AYDINLIĞA ÇIKIYOR…

Emperyalistlerin insanları köleleştirilmesi ve ülkelerinin işgali, yapılan iki dünya savaşları tam bir facia, trajedi ve katliamdı. Ancak insan beyninin sömürgeleştirilmesi bundan da daha büyük bir katliamdır bence. Bir “Kültürel jenosit” uygulanmıştı sinsi ve canice ülkemizde. Bir gecede medeniyetimizle bağlarımız kesilmiş ve o gece de âlim yatıp, sabahleyin de cahil kalkmıştık tüm milletçe yataklarımızdan. Bu “Kültürel Jenosit” ne Rusya Moskova’sında ne de Çin’in Pekin’in de olmuştu. Maalesef bu bir gecede ülkemizin Ankara’sında olmuştu! Üstelik âlem-i İslam’ın hamisi ve Kurtuluş Savaşı’nı veren ülkemizde olmuştu bu! Ne acı değil mi? Ne acı!..

İnsanlar düştükleri yerden kalkar fehvasınca Anadolu’nun manevi mimarları, edipleri, şairleri, siyasileri bu ‘Kültürel Jenosite’ karşı toplu bir fikri kıyam içinde idiler. Artık kara kış geçmiş, ilkbaharın yelleri esiyordu ülkemizin berrak semalarında. Sam yelinden kuruyan ekin tarlalarımız, yağan rahmet yağmurlarıyla yeniden yeşeriyordu. Nadasa bırakılan tarlalar misali ekinler daha da gümrah yeşeriyordu yeniden. Artık rüyalarımıza prangalar vurulamayacaktı bu devrim yobazlarınca.

Yeni yetişen matematik ve ilme gönül vermiş dehalarımızın geliştirdikleri ufuk çizgileri, gelecek tasavvurları; manevi cilalarla terbiyeledikleri kalpleri yeniden; o eskimez kültür ve irfanımızın pırlantalarını, ilmin ışığını Anadolu insanımıza sunacaklardı. Bu gönüllerin manevi mimarları Bediüzzaman Said Nursi, Abdülaziz Bekkine, Abdülhakim Arvasi, Mehmd Zahid Kotku ve Sami Ramazanoğlu, Mahmud Ustaosmanoğlu, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve şarkın diğer isimsiz âlimleri “Gönül Medeniyetimizi” yeniden ihya edeceklerdi. Bu gönülleri maneviyat cilasıyla cilalanmış ve diri zihinli mana erlerince.

SİYASET SAHNESİNDE PARLAYAN YILDIZ: NECMETTİN ERBAKAN

Siyaset sahnesinde beklenen o hür ve gür sesler de yankılanacaktı Anadolu’nun semalarında. Millî Görüş’ün lideri artık bekleniyordu ilim ve irfan âşığı gençlerce. Siyaset sahnesi henüz İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenciyken bile üniversiteli arkadaşlarının derslerine hoca olarak giren ve tek başına “Yarım Dünya” diye anılan Necmettin Erbakan’ı bekliyordu. İlim ile iman kılıcını kuşanan Profesör Dr. Necmettin Erbakan’ın siyaset sahnesinde gür sesi Anadolu’yu titretecekti bundan sonra.

Prof. Dr. Necmettin Erbakan da siyaset fişeğini bağımsızlar hareketiyle 1969 yılında Konya’da ateşlemişti. Necmettin Erbakan, Millî Görüş hareketinin altyapısını sabır ve çile ile dokuyor ve onu eyleme dönüştürmek için zaman ve zemini kolluyordu.

Necmettin Erbakan, Adalet Partisi’nden milletvekili adayı olmayı denedi. Onu Adalet Partisi’nden aday yapmadılar. Onu almadılar, bu siyasi hareketlerinin içine. Hatta Odalar ve Borsalar Birliği başkanlığını seçimle kazandığı halde onu polis zoruyla o görevinden yaka paça almışlardı o günün siyasilerince.

Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan’ı iyi tanıdığı için “Onun girdiği her yeri kendi rengine dönüştüreceğini” bildiğinden; Necmettin Erbakan’dan korkuyor ve siyaset kapısını ona açmak istemiyordu. Necmettin Erbakan da siyasete bağımsız olarak Konya’dan aday olmuştu. Ve üç milletvekili çıkaracak kadar oy alarak Meclis’e girmeyi başarmıştı.

Necmettin Erbakan ve üç arkadaşı: Süleyman Arif Emre, Hüseyin Abbas ve Hüsamettin Akmumcu ile kendi fikri yapısını; ilim, fikir, edip ve irfan sahipleriyle istişareler yaparak günlerce sabahlara kadar uyumamışlardı. Bu istişareler sonucunda Millî Nizam Partisi’ni kurdular önce. Bu hareket; suya hasret insanların iştiyakıyla Anadolu’nun her tarafında kısa zamanda neşv-ü nema buldu. Yıllardır gasbedilmiş haklarını, karartılmış hedeflerini, heder edilmiş geçmişlerini, soyulmuş ve kapılarına prangalar vurulmuş mabetlerini, insani ve İslami haklarını; yeniden elde etmek için mücadele ediyorlardı. Anadolu’nun asıl sahiplerinin gasbedilmiş haklarını; onun asli sahibine iade edeceklerdi bu siyasi hareketleriyle. İşte bu siyasi kadronun fikri çekirdeğini Diyarbakır’ın o bereketli topraklarında o kıymetli gençlik yıllarını halka hizmetle geçirmiş, toprağa hayat verecek su ile haşır neşir olmuş bu yiğitlerle kuvvetlenecekti Millî Görüş hareketi. Necmettin Erbakan Hoca’nın açtığı çığır, gün geçtikçe insanların gönüllerinde neşv-ü nema buluyor ve Anadolu topraklarında büyüyen koca bir çınara dönüşüyordu.

Devamı var...