Bugünün Türkiye’sinin medya ayağında neler oluyor? Bu haftanın analizine kalem oynatacağımız konu budur.

İktidardaki partiye yakın duran ve savunmalarının yetersizliğinden ötürü “yandaş medya” sıfatı ile anılanlar, yıllardır sürdürdükleri sağ açıktan hücum ceza sahasında baskı oyunu, bekledikleri gol sesini çıkarmadığından mı döndüler kendi sahalarının en kullanışsız köşelerine?

Cevap arayacağımız sorulardan biri budur.

Oralardan küçük Ahmet’lerinin çektikleri “Hesabını verecekler, cezalarını çekecekler” veznindeki şutları kendi yarı sahalarını aşmıyor ki, tazelesinler ilk iktidar yılları hücumlarını…

Roller değişmiş görünüyor.

Yürüyen muhalefetin kalemşörleri tüm hatlarıyla saldırırken, “yandaş medyacı”ların kendilerini anlatmayı yeğlemeleri, kalem yorgunluğu değil ama olsa olsa uçak yorgunluğudur, yakın durma yorgunluğudur.

Konu uzun, konu geniş, konu hacimli…

Geçmişin Bab-ı Ali dünyasından seçtiğimiz ve 27 Mayıs’ı hazırlayan dergi dediğimiz “Akbaba”nın ünlü kalemşörü Y.Z. Ortaç’ın bir başyazısından örneklendireceğiz anlatmak istediklerimizi.

DEVR-İ İSTİBDAT

Horhor yokuşunda, tam Suphi Paşa konağının önünde bir araba durmuştu. Ağızları köpüklü, yağız atların koşturduğu bir araba. İçinden bir yaver atladı: Sırma kordonlu, burma bıyıklı, uzun boylu bir insan güzeliydi bu. İki katlı, ahşap bir evin kapısının çaldı. İçeri girdi ve merdivenleri uçarak çıktı.

Sedirde, ak sakallı, nur yüzlü, ufak tefek bir ihtiyar oturuyordu: Fetva Emini Rifat Efendi.

Yaver, onun derileri ışımış, ince, mor damarlı elini öptü, gösterilen yere oturmadan selâm-ı şâhâneyi tebliğ etti.

Sonra konuşmaya başladılar:

- Padişahımız efendimiz hazretleri, üç haftadır selâmlık resm-i âlisinde bulunmadığınızı görmüşler. Merak buyurmuşlar. Bu ihsan-ı şâhâneyi gönderdiler. Acap dertleri nedir? Rahatsız mıdırlar, yoksa bir ihtiyaçları mı var? diye sual buyuruyorlar…

Fetva Emini Rifat Efendi, yaver-i hazret-i şehriyârînin uzattığı altın dolu atlas keseye el ve göz atmadan cevap verdi:

- Padişahımız efendimiz hazretlerine arz-ı tâzimat ederim. İsabet buyurmuşlar, hastayım. Derdim, bir derd-i devâ nâpezirdir. Adına ihtiyarlık derler. Hiçbir hekim tedavi edemez, şifasını bulamaz!... Saye-i şâhânelerinde başkaca bir ihtiyacım yoktur. İhsan-ı hümâyunlarına sadece arz-ı şükran ederim!...

Sonra, bir dakika sustu ve yaverin hayret dolu, sual dolu gözlerine bakarak devam etti:

-Selâmlık resm-i âlisinde bulunmayışıma gelince…

Burada, Fetva Emini Rifat Efendinin, sesi toklaşmıştı:

- Zulm ile idare edilen bir memlekette Cuma namazı kılmak caiz değildir, dedi. Bundan dolayıdır ki selâmlık resm-i âlisinde bulunmuyorum. Zat-ı şâhâneye böylece arzedersiniz!

Bu zat-i şâhâne, şimdi çocuklarımızın kızıl sultan diye tanıdığı Abdülhamit’tir ve o devrin adı “devr-i istibdat” idi!

İkisi de nur içinde yatsın: Fetva Emini Rifat Efendi de, Sultan Abdülhamit de!...

1959 yılının Ekim sonunda yayımlanmış bu yazı. Tarihi önemlidir. 60’ın 27 Mayıs’ına 7 ay ancak kalmıştır. Meclis’te CHP grubundan asılacaksınız sataşmaları artarken, İsmet Paşa’ya nazar eden DP’lilerin “Sizi ben bile kurtaramam!” cümlesini duydukları vakitlere ermiştir Menderes hükümeti.

Ortamda zulüm var.

CHP basınının elemanlarının topluca işledikleri konu bu. Biz içlerindeki en uyanıklarının – ki Menderes’ten aldığı örtülü ödenek parasıyla otomobil sahibi olmuştur – ağababalarının yazısını sunuyoruz sizlere.

Adı geçen kalemşörü hiç tanımamış olanlarımız dahi, son paragrafındaki “İkisi de nur içinde yatsın: Fetva Emini Rifat Efendi de, Sultan Abdülhamit de!...” cümlesine bakarak, ağzı dualı bir Abdülhamit hayranı kanısında olmasınlar.

Maksat DP iktidarına vurmak, maksat Milletin Başbakanı Menderes’e istibdat çağrıştıran sıfat uydurulmasını sağlamak…

“Kahrolası diktatörler…” marşını durduk yerde bestelediler mi sanıyorsunuz?

Yaver, insan güzeli olarak anlatılıyor,

Fetva Emini Rifat Efendi, nur yüzlü olarak anlatılıyor,

Abdülhamit Han, efendimiz hazretleri, zat-ı şâhâne olarak anlatılıyor,

ve onu “Kızıl Sultan”, devrini de “Devr-i İstibdat” diye bilen çocuklarımız suçlanarak bir dua ile noktalanıyor başyazı.

Yıl 59 yılıdır ve insanlara “Abdülhamit han bile böyle kadir bilen, böyle sevgili iken; bürokratı dahi böyle hassas ve cesur bir Müslüman iken… Dedirtmekti ve bunda da başarılı olduklarını 27 Mayıs diplomalarıyla süslemişlerdir.

İddiamızın ispatını kuvvetlendirecek ikinci bir örneğimiz daha vardır.

İnanmamış olsalar da, yalandan yazmış olsalar da ve hatta o günlerde “Ahir Zaman” medyası olmadığından popülerleşmeyen “takiye”yi yapıyor olsalar da, içimize mahzun bir sevinç doldurarak okuduğumuz birinci yazıdan tam bir yıl sonra Kasım 1960’ta yayımlanmış bu örnek de…

Herkesin korktuğu Abdülhamit’ten, herkesten ve her şeyden korkan Abdülhamit’e…

Söz namustur, değil mi?

Lakin sol kalemşörler dönmediler. Hep durdukları yer burası idi. Bu onların değişmez ve değiştirilemez maddesidir.

ABDÜLHAMİD'İN KORKUSU!

Abüdlhamit devrinde… Askerlerin, ihtiyaten barutsuz fişek, horozsuz tüfek taşıdığı ve donanmayı hümayunun topları çıkarıldığı yıllardayız…

İstanbul’a, bir İngiliz mektep gemisi gelmesin mi?

Abdülhamit telâşta… Ferman ferman üstüne:

- İlle bu gemi gitsin…

Çaresiz, Babıâli, Londra sefaretimize bir telgrafla arzuyu şahaneyi bildiriyor.

O aralık, şair Abdülhak Hâmit Londra sefaret müsteşarımızdır. İngiliz hariciye nezaretine padişahın bu talebini bildirmek vazifesini kendisine veriyorlar.

Abdülhak Hâmit, ıztırap terleri dökerek hariciyeye gidiyor; nazırın huzuruna çıkıyor ve meseleyi anlatıyor…

- Peki ama, diyor, bizim gemimizden niçin korkuyorlar?...

Abdülhak Hâmit şu zarif cevabı veriyor:

- Efendim, kendi gemisinden korkan bir padişah, sizin geminizden korkmuş çok mu?...

Bir önceki yazının edebi gücü nere, bu iftiranamenin avam dili nere…

Askerlerde barutsuz fişek, horozsuz tüfek; donanma dersen gemilerde top yok.

Askerlerin komutanları yok, donanmanın amiralleri yok, demek değil mi bu? Ordusunu bu kadar hafifseyenlerin vatanseverliğinden şüphe etmek hakkı her zaman vardır, bunların dışında kalanların.

İstanbul’a gelen bir “mektep gemisi”…

Mektepliler, bir payitahta ne yapabilirler?

Yazmıyorlar!

Halbuki,

Taksim, Karaköy, Dolmabahçe arasını günlerce İstanbullulara kapatıp, Anadolu’dan buldurup getirttikleri “Sermaye”leri Missuri zırhlısının yavşak yankilerinin önüne atarak ağırladıklarını ve hatta bunu da Kars’ı, Ardahan’ı isteyen Ruslardan korkmadan yaptıklarını misallendirerek övünebilirlerdi.

Ki bu olayı o tarihte canlı olan herkes hatırlardı. 15 yıl ancak geçmişti üstünden.

Abdülhak Hamid’in adının anılarak yazılanları tarif etmeye fecaat kelimesi az gelse gerek.

60 yıl öncesinin bir padişahını olumsuzlaştırmak için hangi insan tipi ülkesini aşağılayan bir anlatım üslubu seçer, üstelik İngilizler karşısında… Bilmek zorundasınız.

Bu ülkede Şair-i Azam ve Lüsyen Hanım’ın beyi olarak yaşayan Abdülhak Hamid’in cevap vericiliğinin “Zarif” olmasının da bir karşılığı olmalı. Artık aklınıza ne gelirse…

Ve İngiliz nazırına “Efendim” diyen bir elçilik müsteşarı… Okumuş, şiirler yazmış bir adam hem de… Bizim “Pembe İncili Kaftan” giyenlerimiz nerde?

Son cümlenin kendi gemisinden korkan vurgusu, biz İngilizlerden çok korkuyoruz, itiraflarını güçlendirmek için dillendirilmiştir. Başka hangi gemilerden diye sormayan İngiliz nazırına yalakalıkları da gözlerden kaçmasın.

Sol kalemşörlük geleneği işte böyledir.

Bunları iyi bilmeden, tanımadan meydana çıkan ya da uçaklara binenlerin son diyecekleri ve hep savunacakları cümle şudur:

“Beni vitrine süs diye koymuşlardı”

Türk Solu’nun yazıcılarının taktik eğitimli olduklarını iyice anlatabilmemiz için yine kendilerinden bir misal daha vermemiz şart oldu. Zira şimdi yazacaklarımıza uygun bir konunun ‘ne zaman’ geleceğini kestiremem.

Celal Bayar’ın Kayseri cezaevinde yattığı günler… Dışarıda “Onu da asalım” nümayişleri yapılıp tedavisi “Turp gibidir” iddiasıyla engellenirken, Bölükbaşı der ki:

“80 yaşındaki bir adama bunlar yapılmaz!”

Sen misin bunu diyen ey Bölükbaşı?

Sen ki, CHP’nin tetikçiliğini yapmış ve onlarca ünlendirilen birisin…

Bölükbaşı’nın biraz merhamet kokan bu itirazı sol kalemcileri çıldırtır. İki cümle yazarlar dergilerinin en alt tarafında.

“Sen o Celal Bayar’a Kızılay’da tükürdüğünde de 80 yaşında idi. Yoksa sen kendi tükürüğünü kutsal bir şey mi sanıyorsun?”

Bölükbaşı’nı susturmaya yeter, ondan bu kadarcık bahsedilmesi…

Hatta Gürsel’ce “Sözüne güvenilmez!” ilan edildiğinde, Meclis’te, CHP’lilere kendini, “Ben gerici değilim” başlığı altında anlatmaya çalışırken ağlayacak gibi olmasının karikatürleri de yapılmıştır. (Bulduk koyduk sayfamıza?)

Peki bu olayın ilginçliği nerde?

O gün Celal Bayar ve Bölükbaşı ile Kızılay’da olmayanlar, bu tükürük meselesini, sol yanımızın bu savunma hücum yazısından öğrenmişlerdir.

Ben de buradan öğrendim.

Peki, o gün niçin manşet yapmadı solcu gazetecilerimiz, “Bölükbaşı, Bayar’a tükürerek ders verdi” gibi ihtilalcilik cümleleriyle…

O gün yazsalardı Bölükbaşı kalmazdı. Fakat onlar Bölükbaşı’nı kendi istemedikleri bir zamanda yok ettiler.

Sol işte biraz da böyledir.