Siyasetin finansmanı konusu, tıpkı seçim sistemleri gibi, kamuoyunda sıklıkla konuşulan ve hatta dönem dönem siyasi partilerin de gündeme getirdiği ama neticede bir türlü netliğe kavuşturulamayan konular arasındadır.
Malum olduğu üzere, bu konunun netliğe kavuşturulması ana akım partilerin süreçte samimi adımlar atmasıyla ancak mümkün olabilmektedir.
Oysaki mevcut eksiklikler ana akım partiler açısından işlevsel imkânlar sunduğundan bu konu yalnızca konuşulmakla sınırlı kalmaktadır.
Siyasi partilerin finansman kaynağı gayet sarihtir. Partiler, üyelerinin aidatları ve gerçek kişilerin bağışlarıyla masraflarını karşılarlar. Bu, normal olandır. Ama siyasetin yerelde ya da merkezde iktidar gücüne erişme potansiyeli suistimallere de kapı aralamaktadır.
Bu bağlamda, son günlerin flaş gündemine siyasetin finansman sorunu üzerinden bakılmasında yarar bulunmaktadır.
Bugün bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır ki, siyaset günden güne yalnızca maddi zenginliğe sabitlenmekte ve hatta iş çığırından çıkacak bir noktaya doğru evrilmektedir.
Elbette iktidara talip olma anlamında siyasetin belli bir maddi gücü gerektirdiği bir vakıadır. Ancak siyasetin tek ölçüsünün maddiyata endekslenmesi ciddi bir sorundur. Siyasette söz sahibi olabilmenin, belediye başkanı ya da milletvekili olabilmenin ön şartının yalnızca zengin olma kriterine bağımlı olması beraberinde yolsuzluk, rüşvet gibi sorun alanlarının yaygınlaşması sorununu da kendiliğinden getirmektedir.
Bu nedenle, maddi güç; siyasetin belirleyicisi değil destekleyicisi olmalıdır. Aksi durumda siyaset, “yolsuzluk sarmalı”na girmekte, herkes kirlendiğinden hiç kimse hakikati savunamaz hale gelmektedir.
Aklıselim ile düşünüldüğünde, bir siyasetçinin belediye başkan adayı ya da milletvekili olabilmek için onlarca hatta yüzlerce milyonluk bir seçim bütçesi ile yarışa girmesi nasıl izah edilebilir ki!
Özellikle kazanılması yüksek ihtimal olarak görülen belediye başkanlıkları ya da milletvekilliklerinde ciddi pazarlıkların döndüğü hatta karaborsanın oluştuğu gibi iddiaların varlığının tesadüfi olmadığı aşikârdır.
Bu adayların ya da bunun yolunu açan partilerin aslında bir seçim harcaması değil, ticari yatırım yaptığını söylemek abartı olmayacaktır.
Bu nedenledir ki, seçimden önce akla ziyan ölçüde yapılan promosyon dağıtımlarının ve devasa tanıtım-medya kampanyalarının seçimden sonra yapılan iş ve işlemlere fatura edilmesi gibi bir beklenti normalleşmekte, doğal hale gelmektedir.
Nitekim Türkiye’yi bir süredir meşgul eden tartışmaya bakıldığında, özellikle ana akım parti seçmenlerinin önemli çoğunluğunun yolsuzluğu, rüşveti nasıl da normalleştirdiğini üzülerek müşahede ediyoruz.
Tartışmalar yolsuzluk ya da rüşvet üzerinden değil, kimin yaptığı üzerinden yürütülmektedir. Son günlerde sıklıkla duyduğumuz, “Niçin cezalandırmada adil davranılmıyor?” sorusu, esasında bu normalleştirmenin ibretlik bir yansımasıdır.
Bu sebepten dolayıdır ki; Türkiye’de yüksek sesle dile getirilmesi gereken husus, siyasetin içine düştüğü bu ahlaki krizdir.
Siyasi partilerin özellikle seçim dönemlerinde pervasızca para harcamasının, promosyon dağıtmasının, yoğun tanıtım-medya kampanyalarına yönelmesinin acilen kontrol altına alınması gerekmektedir.
Siyasi partilerin finansmanının şeffaflaştırılması bir mecburiyettir. Buna en çok da bizatihi siyasetin kendisinin ihtiyacı vardır.
Özünde liyakatli devlet adamları yetiştirmesi gereken siyaset, yalnızca sebepsiz zenginleşen güruhlar yetiştirmeye başladığında siyaset yapılacak bir ülkenin elde kalmama ihtimali belirir.
Susuzluğunu gidermek için kaktüsün dikenlerine aldırmadan yemeye devam eden devenin günün sonunda kendini öldürmesi gibi siyaset de yolsuzluğu, rüşveti sıradanlaştırarak gerçekte kendisini bitirmektedir.