“Nice sultanları tahttan indirdi

Nicesinin gül benzini soldurdu

Nicelerin gelmez yola gönderdi

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.”

(Karacaoğlan)

***

· “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten pek çok iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bu hakikatleri ancak gerçek akıl sahipleri anlar, üzerinde düşünüp ibret alır.” (Bakara, 269)

· “Siz insanlara iyilik yapmayı emredip kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki ilâhî kitabı da okuyup duruyorsunuz. Hiç aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” (Bakara, 44)

· “Sana Rabbinden her ne indirilmişse, bunların hak olduğunu gören kimseyle bunu göremeyecek kadar kör olan kimse bir midir? Bu gerçeği yalnızca akıl ve sağduyu sahipleri anlar.” (Ra’d, 19)

***

· “Kendisine akıl bahşedilen kimse, kurtuluşa ermiştir.” (Beyhâkî, Şuabu’l- İman, 4/159.)

· “İşlerin asıl değeri sonuçlarına göre ölçülür” (Buhârî, Kader 5; Rikâk 33; Tirmizî, Kader 4)

***

Salı

Hareketi Ne Taşır?

“cesur ve onurlu diyecekler/hâlbuki suskun ve kederliyim

korsanlardan kaptığım gürlek nara/işime yaramıyor

rençberlerin o rahat/ve oturmuş lehçesinden tiksinirim

boynumda/bana yargı yükleyenlerin

utançlarından yapılma mücevherler

sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin

mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok

uzun yola çıkmaya hüküm giydim.”

(İsmet Özel/Mataramda tuzlu su)

Siyasi hareketler hem geçmişin hafızasını koruyarak hem de geleceğe dair bir vizyon ortaya koyarak şekillenir. Hafıza, bir siyasi hareketin kimliğini oluşturur, köklerini ve meşruiyetini güçlendirir. Geçmişte yaşanan deneyimler, mücadeleler, kazanımlar ve kayıplar, hareketin ideolojisini ve stratejisini belirler. Bu nedenle, bir hareketin geçmişe bakışı, onun geleceğe yönelik hedeflerini ve politikalarını doğrudan etkiler. Gelecek perspektifi ise siyasi hareketin dinamikliğini ve sürdürülebilirliğini sağlar. İnsanlara umut ve alternatif bir vizyon sunabilen hareketler, geniş kitlelere hitap edebilir ve uzun vadede etkili olabilir. Ancak bu geleceği inşa etme süreci, geçmişteki hatalardan ders almayı ve hafızayı doğru bir şekilde analiz etmeyi gerektirir.

Bu bağlamda, hafıza ve gelecek arasındaki dengeyi sağlamak, bir hareketin başarısı için kritik öneme sahiptir. Çok fazla geçmişe odaklanmak, hareketin yenilikçi ve ilerici yönünü kısıtlayabilir. Aynı şekilde, geçmişi tamamen göz ardı ederek yalnızca geleceğe yönelmek de hareketin köklerini ve toplumsal bağlarını zayıflatabilir.

Millî Görüş hareketi, Türk siyasi hayatında hem geçmişi sahiplenerek bir kimlik inşa etmiş hem de geleceğe dair iddialı bir tasavvur ortaya koyarak kendine özgü bir yer edinmiştir. Erbakan hoca liderliğinde 1969 yılında başlayan bu hareket, temelinde İslam dünyasının birlikteliğini, adil bir ekonomik düzeni ve ahlaki-entelektüel bir dönüşümü savunan bir paradigma geliştirmiştir. Millî Görüş’ün gelecek tasavvuru, bu temel ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Millî Görüş hareketi, maziden ilham alarak atiye yönelen bir nazar geliştirmiştir. Geçmişin ihtişamlı çağlarını diriltme ve bunları yeni bir nizam inşa etmek için rehber kabul etme gayesiyle şekillenmiştir. Hafıza, hareketin özüdür; tarihi birikim, ahlaki değerler ve medeniyet tecrübeleri bu hareketin temelini oluşturur. Ancak hafıza, tek başına durağan bir bağ değil, sürekli hareket eden bir ilham kaynağıdır. Bu bağlamda, istikbal (gelecek), geçmişin izinden gidilerek ulaşılan bir ufuk olarak tanımlanır. Türkiye’nin kendi tarihsel ve kültürel mirasını bir kalkınma modeli için kaynak olarak görmüştür. Erbakan Hoca’nın sık sık “adil düzen” ve “yeniden büyük Türkiye” vurgusu, hem geçmişin güçlü bir medeniyet hafızasına hem de geleceğe yönelik bir umut tasavvuruna işaret eder.

Millî Görüş’ün “adil düzen” tasavvuru, nizam kelimesine dayalıdır; bu hem düzen hem de ilahi ahengin yeryüzüne yansıması anlamına gelir. Batı’nın iktisadi düzenine alternatif olarak, zenginliği tabana yayan, sömürüden uzak, insana yakışır bir sistem arayışı bu kavram üzerinden temellenmiştir. Düzen, yalnızca maddi bir organizasyon değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir tertibi ifade eder. Bu nizam, bireyin hürmetle yaşadığı, toplumun huzur içinde var olduğu bir dünyayı resmetmeyi amaçlar.

Millî Görüş, uhuvvet (kardeşlik) ve ittihad (birlik) kavramlarıyla İslam dünyasının yeniden ayağa kalkmasını hedefler. Uhuvvet, İslam dünyasının gönül bağlarını güçlendirerek, birbirine yabancılaşan toplulukları bir araya getirme gayesini ifade eder. İttihad ise sadece gönül bağlarında değil, siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda bir dayanışmayı ve kuvvet birliğini ifade eder. D-8 projesi, bu birlik ve dirlik anlayışının hayata geçirilmesine yönelik somut bir adım olarak görülmüştür.

Millî Görüş’ün hedeflediği manevi ve maddi gelişim, tekâmül ve kalkınma kavramlarıyla ifade edilebilir. Tekâmül, bireyin ahlaki ve ruhi gelişimini, toplumun ise medeniyet seviyesine yükselmesini hedefler. Kalkınma ise bu manevi büyümenin yanında ekonomik, siyasi ve teknolojik alanda ilerlemeyi ifade eder. Yeniden Büyük Türkiye idealinde, bu iki kavram bir bütün olarak ele alınır. Hareketin tasavvurunda, ümmet kavramı özel bir yer tutar. Ümmet, farklı coğrafyalardan, farklı kültürlerden gelen Müslümanların aynı ahlaki ve manevi değerler etrafında birleşmesini ifade eder. Aynı zamanda millet kavramı da ümmet ile çelişmeden, yerel kimliği ve ortak kültürü temsil eder. Bu bağlamda, Millî Görüş hem evrensel hem de yerel bir aidiyet anlayışını birleştirme çabası içindedir.

Hulasa, Millî Görüş’ün tasavvuru maziden aldığı kudreti, atiye taşıyan bir harekettir. Bu hareket, kökleri sağlam olan bir çınar gibi geçmişten güç alır ve dallarını geleceğe uzatır. Nizam, uhuvvet, tekâmül ve kalkınma gibi kavramlarla örülü bu vizyon, sadece bir siyasi hareket değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir diriliş çağrısıdır.

Çarşamba

Çocukluk silinmeyen yara

“bütün incinmişlerin toplandığı o aynada yüzüm

baktıkça bir kuyudan duyulacak kadar yaşım

uykusuz kalmış bir peygamberin sesiyle dünya

kendi uzağında bir mezar yeri ararsın”

(Güven Adıgüzel)

“Sınıfta yanımda oturan Nisse adlı bir erkek çocuğa gizlilik yemini ettirerek sırrımı söyledim: Annemle babam beni Schumann Sirki'ne satmışlardı, yakında dünyanın en güzel kadını olan Esmeralda'nın yanında akrobat olarak yetiştirilmek üzere evden ve okuldan alınacaktım. Ertesi gün fantezim açıklanmış ve kutsal gizime ihanet edilmişti. Sınıf öğretmenim olayı çok ciddiye alarak anneme öfkeli bir mektup yazdı. Korkunç bir yargılanma sahnesi oldu. Yüzümü duvara verdirdiler, aşağılandım, rezil edildim: hem evde hem okulda. Elli yıl sonra anneme sirke satılma öykümü anımsayıp anımsamadığını sordum: Çok iyi anımsıyordu. Ona böylesi bir yürekliliğe ve düş gücüne neden hiç kimsenin gülmediğini, hiç değilse sevecenlikle eğilmediğini sordum. Yedi yaşında bir çocuğun evden ayrılıp sirke satılmak istemesinin nedenlerinin derininde ne yatabileceğini hiç kimse sormamış mıydı? Annem zaten benim yalanlarımdan ve fantezilerimden fazlasıyla tedirgin olduklarını söyledi. Kaygı içinde çocuk uzmanına bile başvurmuşlardı. Uzman, bir çocuğun erken bir dönemde gerçekle fanteziyi ayırt etmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamıştı. O anda cüretkâr ve çirkin bir yalanla karşılaştıkları için ceza da ona göre verilmeliydi.” (Ingmar Bergman, Büyülü Fener, Çev: Gökçin Taşkın, Afa Yayınları, 1990.)

İsveçli yönetmen ve yazar Ingmar Bergman’ın “Büyülü Fener” adlı otobiyografik eserinden aldığım yukarıdaki pasaj. Çocukluk dönemindeki bir fantezisinin yetişkinler tarafından yanlış anlaşılması ve bunun sonucunda yaşadığı travmayı ele alıyor. Bergman, yedi yaşındaki bir çocuğun hayal gücünün yetişkinler tarafından nasıl ağır bir şekilde yargılandığını ve cezalandırıldığını anlatıyor. Bu durum, çocuğun fantezi dünyası ile yetişkinlerin gerçeklik anlayışı arasındaki büyük uçurumu gözler önüne seriyor. Yetişkinlerin duyarsızlığını ortaya koyan önemli bir örnek olarak önümüzde duruyor. Çocuğun hayali bir hikâye anlatması, yetişkinler tarafından bir yalan ya da tehdit olarak algılanıyor. Bu yanlış algılama, çocuğun duygusal dünyasında derin yaralar açıyor. Bergman, elli yıl sonra bile çocuklukta yaşadığı bu olayın etkilerini düşündüğünü ve bunun ne kadar derin bir yara bıraktığını ifade ediyor. Bu durum, çocukluk travmalarının yetişkinlik dönemine uzanan etkilerini çarpıcı bir şekilde vurguluyor.

Çocukların duygusal ifadelerine ve yaratıcılıklarına yeterince önem verilmediği, öğretmenin ve annenin, çocuğun yaratıcı hikayesini anlayıp desteklemek yerine cezalandırmayı tercih etmesi, eğitim ve aile yapılarının empati eksikliğini yansıtıyor. Bu olay, çocuk psikolojisine olan farkındalığın eksik olduğunu gösteriyor. Çocukların fantezi dünyası, bir yalan ya da tehdit değil, onların dünyayı anlama çabasının bir parçasıdır. Çocukların hayal gücü ve duygusal ifadeleri özgür bırakılmalı, cezalandırılmak yerine teşvik edilmelidir. Çünkü çocukluk bitmeyen bir hikâyedir, orada alınan yaralar da destekler de kişinin hayat yolculuğundaki derin izleri oluşturur.

Hoşça bakın zatınıza…