Menderes devrinin çocuğuyum.

Yaşanmış bir vak’ayı ya da şimdi burada yazacağım duymaya dayalı tarihi tesbiti hafızama aldığım zamanı çağrıştırdığından severek kurdum bu cümleyi. Üstümüze kayıtlı yılların hesabına bir davet değil.

“İsmet paşa Erzincan’a kağıt oynayarak gitmiş!”

Mendereslerin idamından sonraki seçim havası kargaşasında duymuş olmalıydım ilk defa. On yaş çocuğunun kafasında yeni netleşmekte halkçı-Demirkıratcı çekişmeleri. İsmet Paşa adını ananların yüzünün gerginleştiğini de farketmeye başlamıştım. Öğretmenlerimizle inatlaşır gibiydiler.

Erzincan depremini hem ilkokul öğretmenlerimin anlatmalarından hem de esnaf dükkanlarındaki sohbetlerden biliyordum. Dolayısıyla İsmet Paşa’yı Demirkıratların etiketlediği o cümleye bir mana yükleyebiliyordum.

Cumhurbaşkanı olarak gittiği o deprem şehrindeki göğsüne yaslanmış kadın heykeli de vardı, ünlü şehirler ve heykelleri kataloğunda hafızamın.

Kağıt oynamak ise, kahvelerde oturanların her masada, her zaman, hep yaptıklarıydı.

“İsmet paşa Erzincan’a kağıt oynayarak gitmiş!”

Sorumsuz ve hemdert olmayan bir yönetici profili çizme görevi verilmişti bu cümleye; maksat siyasi çekişmelere malzeme yapmak olunca. Felakete uğrayan Erzincan şehrine de felaketzede Erzincanlılara da bir acıma, bir merhamet, bir iyilik isteme halinden çok uzaktı. Deprem ve tahribatı değildi anlatılan. İsmet paşa’nın hayat felsefesiydi. Halkçıları, İsmet paşayla vurmak girişimiydi yani.

Fakat yine de edebiyat tarihinde bir karşılığı olmuştur. İsmet Özel’in celladına gülümserken aklına düşen “Milli Şefin treni niçin beyaz?” sorusunda vurgulanan trendir, İsmet paşa’nın kağıt oynayarak Erzincan’a gittiği.

Otuzbeş sene sonra, o günlerde bir İstanbul gazetesinde çalışan İsmet paşacı bir gazeteciye sormuştum bu efsanenin doğruluk derecesini.

Cahilliğime kızmış gibi bir görüntüde söylenmişti. “Ankara-Erzincan kaç saatlik yol.. Ağlayarak mı gidecekti? Bezik oynamıştır..” Kağıt oyunu diye bildiğimizin adını da o an öğrenmiştim.

36 şehid haberlerinden birkaç gün sonra yoğun baskılara karşı oluşturulan bir toplantıda, Suriye’de yaşananları anlatırken yüzüne ironik bir hal veren sayın Cumhurbaşkanı’nın hemen arkasındaki bir köylüsünün ve bakan damadının gülen kişiler sıfatlarıyla sosyal medya kahramanı olmalarının sinir sistemimizdeki travmalarını nasıl önlerim derdine düşmüşken aklıma geldi tarihin tekerrürü diyeceğimiz o olay. Medyaları bire bir benziyordu zira.

Hele hele haber sitelerinin bir sonraki sayın Cumhurbaşkanı konuşmasından çıkarıp manşet yaptıkları şöyle bir başlığı da okuyunca, AKP cephesindeki konuşma yazıcısı katiplerin de anlattığımız beyaz tren yolcusu İsmet paşa halini çok iyi bildiklerine dair kanaatimiz oluştu.

“Kılıçdaroğlu, sen partinin geçmişini dahi bilmiyorsun!”

Savunmacılar iyi çalışmışlar, hallerini hafifletecek bir sebep bulmuşlar ve onunla da “illa” muhatapları Kılıçdaroğlu’nu teşvikçi olmasa da bilgisizlikle suçlamışlar. Bakalım bu durumun algısı ne olacak? Deprem valilerinin tanımladığı kadar iyi mi olacak?

Derken..

Yanılan biz olduk. Manşetini yazdığımız haberi tıklayıp içeriğine ulaştığımızda, kastedilenin bizim anlattıklarımız olmadığını öğrendik.

“Bay Kemal sen kendi partinin geçmişini dahi bilmiyorsun. Bu partinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk diyorsun. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale’de ne diyordu? ‘Ben sizlere ölmeyi emrediyorum’ diyordu. Sen partinin geçmişinden bile bihabersin. Biz bu şehitleri Bedir’de, Uhud’da, Selçuklu’da, Osmanlı’da verdik. Bundan sonra da vermeye devam edeceğiz. Ama sen şehadeti, şehitliği bilmezsin. Çünkü sende o iman, o inanç yok.”

Çanakkale 1915 bir Osmanlı Devleti savaşıdır. Mustafa Kemal savaşta görevli bir Osmanlı subayıdır.

Mustafa Kemal’in bir Osmanlı subayı olarak verdiği bir emre, Kılıçdaroğlu’nu taraftar olmaya çağıran sayın Cumhurbaşkanı, Çanakkale CHP’nin de geçmişidir derken, Mustafa Kemal çizgisine vurgu yapmıştır. Galibaya gerek yok burada. Bilinçli yapıldığı çok açıktır bu vurgunun.

Eğer bizim sandığımız gibi bir irtibatlandırma planlansaydı makamın konuşma metnini yazan katiplerce, “Kadeş Vapuru” rezaletine bir atıfta bulunulurdu, geçmişi konu edilen CHP’yle bir hesaplaşmaya durulduğunda.

“Kadeş Vapuru” konusunu ise iyi kullananlardan bir AKP “Kahraman”ı vardı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuştuğu kürsünün hemen arkasında hem de.

Hani Bakan damadı eş edip 36 şehidli günün anlamını önemsemediğinden güldüğü iddiası yüklü görüntüleri sürekli paylaşılan ve bizim de travma önleme derdine düştük dediğimiz o halin de kahramanından bilgi almayı değil de, tercihlerini el hareketi yapmasını istemek şeklinde kullanmışlar galiba, o konuşmayı yazan AKP’li katipler.

Bir galibayı daha yerinde kullanarak bitirelim bu yazımızı. Galiba biz, partisinin geçmişini bilmeyen, Kılıçdaroğlu’ndan bir fazla biliyoruz.

İşte böyle!

“KANLI”LARIMIZ

Sosyal medyada bir Nihat Genç paylaşımı var dolaşıp duran. Erbakan’ın anıldığı bu günlerde çok daha okunmakta.

Nihat Genç, AKP hiç mi iyi bir iş yapmadı sorusunu sormuş ve misalini Suriye ile vizelerin kaldırılması üzerinden vermiş. Erbakan’ın en büyük ihanet budur itirazından sonraki izahını bir kere de biz, burada gözler önüne serelim.

“Bak Nihat, bu zamanda Suriye’yle vizelerin kaldırılması demek tüm dünyadaki terrorist grupların, CIA ve Mossad’ın, FBI ve diğer radikal grupların Türkiye üzerinden Suriye’ye girmesi demek. Bu da Suriye’nin karışması, oluk oluk kan akması ve Suriye’nin BOP için bölünmesi demek!”

Terörist gruplar,

CIA ve Mossad,

FBI ve diğer radikaller ve BOP…

Türkiye üzerinden Suriye’ye girecekler derken Erbakan Hoca, o güne kadar başka kanallardan giremediklerine dikkatleri çekiyorsa,

Dahası, Türkiye üzerinden Türk gibi gireceklerinden kontrollerinin ve tesbitlerinin imkansızlığını da işaret ediyorsa,

Haydi diyelim Nihat Genç akıl edip soramadı, neden bir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yetkilisi gidip şu soruyu sormadı?

O tanımladıkların, Türkiye’de ellerini kollarını sallayarak rahatça yaşıyorlar ve bir kısmı vize antlaşmasından sonra Suriye’ye gidecek şeklinde anlayabilir miyiz açıklamalarını?

Cevap evet’se, peşinden şu soruya gelirdi sıra: O tanımladıkların nerede kamufle olmuşlarki, kendilerini farkettirmiyorlar yahut oluşturdukları baskı dolayısıyla mı o antlaşma yapılmış oldu?

Suriye’den gelen her mülteciyi kayıtlarına alan devletimiz, Suriye’ye gidenlerin de kaydını tutmuşsa, Erbakan’ı bugün doğrulamanın ötesinde, gidenler oluk oluk kan akıtarak Suriye’yi bölmeye uğraşırlarken, kalanların burda yaptıklarını sadece bir “kalkışma” olarak mı bildik bir Temmuz ayında, sorusuna bu saatten sonra kim ya da hangi politik tez mutahap olacaktır; bilmek isterdik.

ACIYI BAL EYLEMEK

“Acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman

Acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim.”

Ne zaman “acımak” fiiliyle karşılaşsam bu İsmet Özel mısraları, ki “Kanla kirlenmiş evrak” şiirinden bu kadarını bilirim, gelir dilimin ucuna.

Fatih Altaylı’nın yazısında “Köşe komşumuz Sevilay Yılman ise ‘Suriyelilere hiç acımıyorum kusura bakmayın’ demiş.” Notunu görünce, ben de baktım adı anılan hanımın yazısına.

Ağrılı olmaktan, tadı değişmiş olmaya, üzülmekten, üzüntü duymaktan merhamet etmeye bir kaç mana yüklenen “acımak” fiili gün olur bahis mevzuu ettiğimiz yazar hanım örneğinde olduğu gibi patalojik bir hal alır, bir yukarıdan bakma, bir başa kakma, bir üstünlük taslamayla donanıverir.

Yazar kızımız, “Kendi düşen ağlamaz” modunda döktürürken Suriyelilerin çilesini, “Düşene bir tekme de sen vur” akılcılığını da gizlemekten kendini alamamış satırlarının arasına.

Yeni tip Türk olmak böyle bir şeydir hazahir. (Habertürk – 03,03,2020 – Bırakın Görsün tüm dünya! – Sevilay Yılman)

“Topuklayarak, arkalarına bakmadan Türkiye’ye sığınacaklarına.. Niye ülkelerinde kalıp Esad ve zalim ordusuna direnmediler?”

Bu soruyu kime mi soruyor yazar hanım? En milliyetçi devlet partisinin, milletvekilliğine bir dönem ancak dayanabildiği bir eski politik artıktan “Tosuncuk” demesini borç alarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli erkeklere soruyor.

Sanki Esad ve zalim ordusunun attığı bombaların altında yaşamak mümkünmüş gibi..

Sanki o bombaların harap ettiği şehirleri ve o şehrin sokaklarındaki kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı insan ölülerinin resimlerini hiç görmemiş gibi.. Nasıl bir gazetecilikse yaptığı..

Ve iki sorumuz olacak şimdi yazar kızımıza. Türkiye, Esad ve zalim ordusuna direnmeyen insanların Suriye’sinde midir? Bu bir.

Yaşını bilmem ama ikincisi bu ülkedeki bir yaşanmışlıktır. Ne olacaktı, nasıl olacaktı da insanlar, sokağa çıkma yasaklarına uymayacaklardı, ihtilal günlerinde filan. Ya da neden şimdi mahkum ettiniz Evrenleri mesela.

İki soru demiştik ama bir üçüncüsü de beklemekte: Türkiye’nin sığınılacak yapıda, karakterde, merhamette, iyilikte olmasını bir yana koy sayın Yılman hanım, bir kadın olarak şu sorumuza o Suriyeli kadın görüntülerini görme alanından ayırmadan lütfen cevapla. En azından kendine cevapla.

Hangi Suriyeli kadın iyi kötü bir ocağı tüterken ve yavrularıyla yuvasında aç, çıplak yaşayıp giderken, “Suriye bir harbin ortasında kalsa, biz de Türkiye’ye sığınsak yayan yapıldak ve onlardan yardım umsak ve sonra da bizi bir yerlerle anlaşma konusu yapsalar ve biz yine sınırdan sınıra sürülsek, kucaklarımızda çocuk ölüleri..”

Yoksa diyeceği geliyor insanın. Bizim yazarlarımız acımadıklarını ilan ederlerken, “Asıl hedef Türkiye” gerçeğini bilmediklerini yahut umursamadıklarını itiraf mı ediyorlar?

DOYMAK NEDİR BİLMEYENLERİMİZ

ORTA öğretim eğitim yıllarımızda Tevfik Fikret’i özellikle bize tanıtmaya ve ona inandırmaya çalışan öğretmenlerimizin ilk başvuru şiiriydi “Han-ı yağma.”

Osmanlı’nın yatağa düştüğü ve yöneticilerini, memurunu, personelini denetleyemediği Birinci Cihan Harbi öncesinde yazılan bu şiirin, o günden sonra her devire uyması, daha doğrusu gelenlerin gidenleri aratması, hep canlı ve manalılığı tercihine sebepti.

Ankara’daki “Kale” görevlilerimizden Sadettin İnan’ın bir haftadır yaptığı “Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürlüğü” haberlerini her okuyan üzülerek hatırlamıştır bu “Han-ı Yağma” şiirini. Ayrıntılar gazetemizin sitesinden bulunup okunsun isteriz.

“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”

Nakarat beyti bu mısralardan oluşan şiirin bugüne uyarlanan mısralarından bazılarını hatırlamakta fayda var.

“Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?”

Bu mısra mesela, Demirel’in tüm partilerinin günlerinde, ANAP zamanlarında da çok anılmıştı. Bugün ne onlar ve partileri kaldı, ne de yediklerinin artıkları, hesapları.

“Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,”

Ülkemizin yirmi yılına damga vuran bu iktidar yazıtlarında bir araştırma yapılsa en çok kullanılan kelimeler, hangileridir diye, bu mısra en uygun cevap olurdu.

“Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını

Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini”

Millet olmak karakterimiz sağlam ve değişmez olduğundan 1912’de nasılsak, bugün de öyleyiz gerçeğinin kayda geçirildiği bu iki mısranın itiraz edilecek tek yeri “zavallı memleket” tanımı olsa gerek. Çünkü bize yetişemeyenler var ve imrenenlerimiz çok, AKP tarihçileri yazmıştı…

“Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini”

Tevfik Fikret az inançlı şair diye bilinmesine rağmen, bu mısrasının, sacayağı hücresinin elemanı (Hay. Karaman de, tanır herkes) fetvacılarla 2000’li yıllarda canlandırılacağını bilmesine bir ad vermeyi düşünürken, peşinden gelen mısraların gerçekliğinde yaşamak daha sevindirici oldu.

“Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!

Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!”

Tesellimiz de o yarını beklemek olsun!