Müslüman’ca yaşamanın imkânı üzerinde konuşmaya devam edelim. Bu imkânı Müslüman olarak elbette kendimize rehber olarak kabul ettiğimiz Peygamberimizin hayatında aramamız gayet normal ve isabetli bir davranıştır. Tabi ki, hayatın dinamikleri ve gereklilikleri dikkate alınarak bu örnekliğin önceliklendirilmesi günümüz için önemlidir. Buradan yola çıkarak geçen haftaki yazımızda Müslüman kimliğini inşa eden temel değerin ahlâki zemin olduğunu ifade etmeye çalıştık. Peygamberimizin en büyük sünneti ve Kur’an’ın en isabetli tefsiri onun ahlâki olgunluğunda görülmektedir. Hz Aişe’nin bu konudaki tanıklığı bu gerçeği ifade etmektedir.
Peygamberimizin örnekliğinin bir sonraki aşaması vahye muhatap olduktan sonraki duruşudur. Müslüman kimliğinin diğer toplumsal gruplardan ayrışması vahyin muhataplığıyla olmuştur. Elbette bu kimliğin yerleşmesinde belki de en büyük pay geçen hafta ifade etmeye çalıştığımız ahlâki zemin üzerine inşa edilmesidir. Peygamberliğinin en büyük gücü yaşamının her alanında sahip olduğu ahlâki olgunluğudur. Çünkü peygamberlik iddiası gibi önemli bir hususta insanlar Efendimizin davetini inanmadıklarından değil, konumlarını kaybetme endişesinden ve kibirlerinden ötürü geri çevirmişlerdir.
Müslüman kimliğin oluşmasını ve diğer toplumsal gruplardan bu anlamda ayrılmasını sağlayan en önemli husus tevhit ve adaletin tebliğin ana unsuru olmasındadır. Çünkü o günün toplumsal yapısına egemen olan iki büyük sorun vardı: Şirk ve adaletsizlik. Şirkin temel motivasyonu dindarlığın sınıfsal imtiyaz sağlama gücünden geliyordu. İmtiyaz sahibi azınlığın kurduğu bir düzende putların varlığı bu düzenin devamı için önemliydi. İşte bu yüzden Efendimiz tevhidi vurguladığında toplumun önde gelenleri ona putlarımıza dokunma talebini dile getirmişlerdi. Şirkin egemen olduğu kimlik mutlak gücün dışındaki güçlere bağlanmayı gerektirir. Efendimizin risaletle başlayan mücadelesi mevcut şirk kültürüne karşı tevhidi bir kimliği esas almıştır. Bu şekildeki tevhit vurgusu tüm üretilen güçlere karşı insanları hürleştirmeyi amaçlamıştır.
Bu imtiyazlı toplumsal yapının mecburi sonucu adaletsizliktir. Bu durum hem kabileler arasında hem de fertler arasında hakkaniyet ölçülerinin gözetilmediği o günün toplumsal yapısının bir gerçeğiydi. İtibarlı ailelere mensup olanların toplumsal yapı içerisindeki konumu diğerlerinden farklıydı. Bunun yanında kabile asabiyeti hak ve adaletin önüne rahatlıkla geçebiliyordu. Karşılaşılan sorunların çözümünde adalet değil, kabilenin konumu dikkate alınıyordu. Kabile üyesi bir kişinin yaptığı haksızlık sırf aynı kabileden olduğu için görmezden gelinebiliyor ya da savunulabiliyordu. Buna karşın Müslüman kimliğin en önemli vurgularından birisi de adalet olmuştur. Dinin bu dünyayı imtihan sahası olarak imar etmeyi amaçladığını düşündüğümüzde merkeze yerleştireceği en önemli erdem elbette adalet olmalıydı.
Müslüman kimliği bu iki kavramın içselleştirilmesiyle diğerlerinden farklılaşmıştır. Günümüzde de eğer kimliğin öneminden bahsedeceksek; bu şekilde temellenmiş Müslümanlık kimliğini gündemimize almamız gerekir. Yoksa toplumsal yaşamın içindeki imtiyazını kendine yüklediği dindarlığından alan, gücün cazibesine kapılan, haklılığın ölçüsünü kişilerin dininde, mezhebinde, etnik ya da ulusal aidiyetinde arayan bir kişinin Müslüman kimliğinden bahsetmemiz güç olacaktır.