Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı’dan beri tarikatlar ve cemaatler var oldu. Halk her zaman dini inancını yaşıyordu. Sadece çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar değil, diğer dinlerin mensupları da inancını yaşamakta serbestti. Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki dönemde ise ülkemizde Müslümanların inancına yönelik yasaklar ve baskılar yoğunlaştı. Hristiyanlara, Musevilere ve diğer inançlara mensup olanlara herhangi bir baskı söz konusu olmadı ancak, Müslümanlar maddi manevi ağır baskılara maruz kaldı.

Yorgun, yenik, düşmanı bol, dostu kalmayan, parmağını kıpırdatamayacak kadar mecalsiz Osmanlı, İttihatçıların maceraperest yöneticileri yüzünden Sarıkamış, Çanakkale, Hicaz savaşları yapmış, Mekke, Medine, Kudüs, Gazze, Şam, Bağdat, Halep gibi şehirler elden çıkmış, ülkenin çoğu toprağını kaybetmişken, can havliyle kurtuluş savaşı vermişti. Kurtuluş savaşının gerçek kahramanı inançlı halktı.

Ege Bölgesi'nde, diğer Anadolu yörelerinde ekseriyetle din adamları, müftüler, imamlar Yunanlılara karşı örgütlemişti halkı. Kuvay-ı Nizamiye, Kuvay-ı İnzibatiye, Kuvay-ı Millîye, Efeler, Mehmedçikler, Mücahidler, gençler, ihtiyarlar, kadınlar, kızlar, hocalar, serdengeçtiler, çeteler ve hatta çocuklar düşmanların tepesine Allah aşkı için bir kor gibi düşmüştü.

Din elden gitmesin, İslâm meyus olmasın, vatan düşmanların çizmeleri altında çiğnenmesin, namus kirlenmesin diye kurulmuştu Ödemiş, Ayvalık, Soma, Akhisar, Salihli, Bozdağ, Aydın, Kocaeli, Giresun, Trakya, Toros, Kars, Kilis, Hatay, Maraş, Urfa, Antep cepheleri.

Yunanlılar gitti ya, daha ne?

Yunanlılar denize dökülünce acaba başka savaş olacak mı endişesi taşınmasına rağmen herkes derin mi derin bir nefes almıştı. Balkanlar'dan,

Çanakkale'den, Sakarya'dan, Dumlupınar'dan sonra artık savaş bitmişti.

Yıllarca süren savaşta sayısız insan ölmüş, geri kalan gaziler, aç ve yoksul kalan memlekette, köyünde, kasabasında, gaz lambalarının veya

yağdanlıkların altında dostlarına, akrabalarına, çoluğuna çocuğuna savaş anılarını anlatmaya koyulmuşlardı.

Ama onlar daha bu işin keyfini çıkaramadan hayal kırklığına uğradılar.

Nice yiğitler unutulmuş, hatta bazı vatanseverler vatan hainliğiyle itham edilmeye başlanmıştı. Nice düşman işbirlikçileri ise kahraman olarak göklere çıkarılıyordu. Din ve memleket için savaşılmışken, bazı din düşmanları ve vatan hainleri önemli makamlarda karargâh kurmuştu.

Saltanat ve hilafet kalkmış, insanlar açıktan Allah, Kur’an demeye korkar olmuştu. Zaman zaman Yunanlı askerlerin yerine ayak basan Türk askerleri bir köye geliyor, kendilerini sevinçle karşılayan köylülere, sevinçlerini kursaklarına bırakacak tebligatlar getiriyordu.

“Bundan böyle çocuklara din eğitimi göstermeyeceksiniz, Kur'ân'ı öğretmeyeceksiniz. Talebeleri dağıtın. Yoksa başınız beladan kurtulmaz. Hükümetin emri.”

Bunları söyleyen Yunan askeri değildi, Türk askeriydi. Emir veren Yunan hükümeti değildi, Türk hükümetiydi. Baktılar, baktılar...

“Yalan!” diyebildiler sonunda. “Yalan söylüyorsunuz.”

Ama beterinde beteri tebligatlar, hükümet emirleri geliyordu: “Bundan böyle kimse fes, sarık giymeyecek. Sokaklarda örme takke giymek yasak.”

“Yalan!” dediler yine. “Yalan söylüyorsunuz. Yunanlılar gitti ya, daha ne?.”

Daha sonra ne giyileceğini gösterdiler millete. Herkes fesi, sarığı, örme takkeyi bırakıp frenk şapkası giyecekti.

Bir gün yine geldiler ve ezan okuyan imamı apar topar minareden aşağı indirdiler. “Bundan böyle ezan Arapça okunmayacak, Türkçe okunacak,” dediler ve ezanın Türkçesini yazan kâğıdı imamların ellerine tutuşturdular.

Yine inanamadılar. “Yalan,” dediler. “Yalan söylüyorsunuz. Yoksa bu savaşı biz kazanmadık mı?”

Kurtuluş savaşında savaşmış binlerce gaziler, imamlar, hocalar, âlimler ve din-iman aşkı uğruna yanıp tutuşan pek çok zavallı halk, sudan bahanelerle cezalandırıldılar, sürgün edildiler, hapse atıldılar, bazıları idam sehpalarında can verdiler.

Ve o zamanlardan beri halk yönetime, devlete küstü. Yapacak bir şeyleri yoktu, kırgındılar. Halkın yapacak bir şeyi yoktu ama hep bir fırsat kolluyordu. Serbest Fırka kurulunca bir anda tek partiye inat o partiye akın ettiler. Devlet korktu ve kendi kurduğu partiyi “halk gereğinden fazla ilgi gösterdi” diye kapatmak zorunda kaldı.

“Eskiyi unut, yeni yolu tut”

Bu dönemde, binlerce yıldan beri aynı hayatı yaşayan insanlar, birden bire bambaşka bir hayat tarzı yaşamaya zorlandılar. Bu tepeden inme yeni hayat tarzında Hilafet, Saltanat gibi dini yaşam da, “Eski geçmiş” olarak değerlendiriliyor, “Eskiyi unut, yeni yolu tut” nakaratları resmi törenlerde, resmi dairelerde ve okullarda tekrarlanıyordu.

Halkın içinden değil, tepeden inen bu yeni yol, halka ne kadar yabancı gelse de yaşamaktan başka şansları yoktu. Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş

Savaşı’nın yorgunluğu, bıkkınlık, yoksulluk, çaresizlik, o yıllarda çoğu köylerde kasabalarda süren yaşam, insanlarda derman bırakmamıştı. Halk içine kapanmış, beklentisiz bir yaşantı içindeydi. O yıllarda artık dini toplantılar, sohbetler yapılmıyordu, zaten yapılamazdı.

Halk fırsatını bulsa, o yorgunluğuna, çaresizliğine rağmen tıpkı sessizce ve renklerini belli etmeden Serbest Fırka’ya akın ettiği gibi yeni kurulacak partiye de yönelecekti ama başka parti yasaktı, tek parti vardı. Sabretmekten başka çareleri yoktu.

Yıllar geçtikçe, zamanla “Eskiyi unut, yeni yolu tut” diyenlerin umduğu gibi, eski unutulmuş, yeni yol tutulmuştu. Fakat 1950’lerde durumun böyle olmadığı ortaya çıkacaktı. Artık yok sanılan, burnu sürtüldü denilen, gerici diye itham edilen insanlar İkinci Dünya Savaşı ve sonrası 1940’lı yıllarda gizliden de olsa zikir toplantılarına başlamış, 1950’lerde faaliyetleri açıktan arttığı gibi bazıları geniş kitlelere hitap eden cemaatlere dönüşmüştü.

27 Mayıs darbesi ve Menderes’in idamı

Yeni bir fırsat bulunca da, Demokrat Parti’yi destelemiş, tek partiyi sandığa gömüvermişti. DP’nin iktidara gelmesi, Adnan Menderes’in Başbakan olması halkın çok büyük bir kısmını sevindirmiş, köylere varıncaya kadar insanlar sevinç gözyaşları dökmüş, şükür namazları kılmıştı. Arapça Ezan yasağı kaldırılınca, kurtuluş savaşını şimdi kazandık diyenler vardı.

O yıllardan itibaren gazete, dergi ve kitap neşriyatı başlamış, yayınlanan kitaplar köy camilerinin avlularında satılacak kadar yaygınlaşmıştı. “Eskiyi unut, yeni yolu tut” diyenler, bu gelişmelere karşı haliyle tepkiliydi. Yargı, hükümet, basın araçlarıyla onlara yönelik ağır tepkiler verilse de, Anadolu’nun her yerinde dini faaliyetlerin sayısı hızla artıyordu.

Halkın coşkusu, gelişen dini faaliyetler, ülkeye hâkim olan hürriyet havası, “Yeni yolu tut” diyenlere göre eskiyi hortlatmaktan, ülkeyi devrimlerden uzaklaştırmaktan ve Cumhuriyetin kurucularına meydan okumaktan başka bir şey değildi. Eskiyi unutmak şöyle dursun, yeni yol elden gidiyordu onlara göre. O halde bu gidişata müdahale edilmeliydi.

On yıl zor sabrettikten sonra, 27 Mayıs 1960’darbe yapıldı ve yönetime el kondu. Başbakan Adnan Menderes iktidardan uzaklaştırıldı. Darbeyi hazırlayan Cemal Gürsel ve takımıydı ama kamuoyu ihtilali yaptıranın gerçekte İsmet İnönü olduğuna inanıyordu. Halkın cumhuriyeti kuran CHP’ye değil de, DP’ye oy vermesi ve Arapça ezanı serbest bırakan partiyi 10 yıl iktidarda tutması, askerleri, basını ve yargıyı hep öfkelendirmişti. Darbe yapılmazsa, DP’nin seçimi kaybedeceği, CHP’nin hükümet kuracağı yoktu. Darbe bir bakıma halka gözdağıydı, DP’yi iktidar yapmalarına bir cezaydı.

DP’li bakanlar, milletvekilleri darbenin ardından itile-kakıla ve hakaretlerle vapura bindirilmişti. Onların bu şekilde Yassıada'ya götürülmeleri gerçekten acıklıydı. Hava çok soğuktu o gün, üşüyenler, titreyenler çoktu. Nereye gittiklerini bile bilmiyorlardı. Vapurda Samet Ağaoğlu, Fatin Rüştü

Zorlu, Hayrettin Erkmen, Tevfik İleri, Refik Koraltan gibi bir sürü tanınmış milletvekilleri vardı.

Tevfik İleri elinde tesbihle Allah'a dua ediyordu. Hayrettin Erkmen gözlerini kapamış kara kara düşünüyordu.

Başlarında soğuk çehreli bir subay vardı. Uzun boylu, siyah saçlı ve parlak gözlüydü. Fatin Zorlu'nun yanına geliyor ve yanağını okşayıp alay ediyordu. “Ah Paris!.. Cici Paris ha?..”

Samet Ağaoğlu ile de dalga geçiyorlar, “Güya şairmiş” diyorlardı.

Tesbih çektiği için Tevfik İleri'ye küfrediyorlardı.

Yassıada'ya getirildiklerinde, DP'li milletvekilleri iki-üç metrelik odalarda üst üste istif edildiler.

Fatin Rüştü Zorlu tekme-tokat dayak yiyordu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu, bu dört ismin kesinlikle idam edileceği söyleniyordu. Her biri ağır işkencelerden geçiyordu. Menderes’e tokat atan, vücudunda sigara izmariti söndüren komutanlar vardı.

Sonunda Başbakan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu uyduruk bir mahkemeden sonra idam edildiler. “Yeni yolu tut” diyenler, on yıl sonra intikamlarını bir darbeyle almışlardı.

Gelecek yazı:

Türkiye’nin tarihine yön verecek, bir lider arayışı başlamıştı
O lider; üç şeyhin dergâhında yetişen Profesör Dr. Necmeddin Erbakan’dı