Hz. Peygamber (as)’in ahirete irtihali ile varlıksal dayanağını kaybetmiş olan Sahabe Efendilerimizin kendilerini tanımlarken seçmiş oldukları kavram Ümmet-i Muhammed’dir. Bir toplum kendisini kutlu bir şahsa atıfla tanımlamayı tercih etmiştir. Bu tercih tarihsel bir durum olmaktan ziyade dinin doğru anlaşılmasında anahtardır. Kitaba sahip olmalarına rağmen kitabın muhafazası için gerekli tedbirleri almışlar ancak kitapla irtibatını kesin olarak Hz. Peygamber üzerinden kurmuşlardır. 

Bu tanımlamanın Hz. Muhammed (as) atıfla yapılması Sahabe Efendilerimizin Kur’an’la olan irtibatlarını ifade etme adına önem taşımaktadır. Şüphesiz Hz. Muhammed(as)’ın peygamber olması cihetinden varlığı Kur’an ile alakalı bir durumdur. Vahiy olmaksızın yani kitap olmaksızın Hz. Muhammed(as)’in peygamberliğinden bahsedemeyiz. Bu yönü ile toplumun ilkesel olarak kurucu unsuru vahiy yani kitaptır. Çünkü toplumu kuran şahsın ayrıcı vasfı vahye muhatap olmasıdır. Bu cihetten toplum vahiy toplumu olmaktadır. 

Ancak Sahabe Efendilerimiz farkında olarak Kur’an Ümmeti kavramı kullanmadı. Dolayısı ile kendileri Kur’an toplumu veya vahiy toplumu olarak tanımlamadılar. Daha da önemlisi Sahabe Efendilerimiz Kur’an İslam’ı kavramını hiç kullanmadılar. Bütün bu kavramların yerine tercih etikleri en önemli kavram Muhammed Ümmeti kavramıdır. Yani Hz. Muhammed (as) ittiba etmek bir tanımlama aracı kılınmıştır. 

Bu bağlamda kitabın varlığı ve güvenilirliği de Hz. Muhammed (as) şahsına dayanır. Netice kitabı bize taşıyan daha doğrusu kitapla bizleri muhatap kılan Hz. Peygamberdir. Bu durumda dinin ana dayanağı olan Kitap ve Sünnet sıhhat cihetinden Hz. Muhammed (as) dayanmaktadır. İsmet sıfatının peygamberlerde olması dini yahut ahlaki bir durum değildir. “İsmet” sıfatının anlamını “sıdk” kavramı ile birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkar. Haberi getiren kişinin güvenirliği ve haberin kaynağı tarafından muhafazaya alınması mesaj üzerindeki bütün tartışmaları ortadan kaldırmaktadır.  Bu noktada İsmet ve Sıdk sıfatları bilgi felsefesi kavramlarına dönüşmektedir.

Sahabe Efendilerimizin, dini tanımlamaları Kur’an’dan bağımsız, ayrı ya da başka bir şey değildir. Sahabe Efendilerimiz gerek Hz. Peygamberin sağlığında olsun gerekse ahirete irtihalinde olsun dinle ve dinin temel kaynağı olan Kitap ile irtibatı tam olarak Sünnet üzerinden kurmuşlardır. Bu irtibatın adı Ehl-i Sünnet ve’lCemaat’tir. Bu durumda Ehl-i Sünnet kavramı sonradan ortaya çıkmış bir kavram değildir. Ehli Sünnet kavramı Sahabe Efendilerimizin Hz. Peygambere ve onun üstlenilebilecek uygulamalarına bağlılığıyla oluşan bir kavramdır. Dolayısı ile Ehl-i Sünnet kavramını sonradan oluşmuş bir mezhep olarak telakki etmek yanıltıcıdır. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat kavramında ki “cemaat” kısmı ise Sahabe Efendilerimizin bir bütün olarak dini Hz. Peygamberden devraldıkları şekilde yaşamaları ve idrak etmeleridir. Kavram bu cihetten düşünüldüğünde Şia ehl-i Sünnetin zıttı olmaz. Çünkü Şia mezhebi Hz. Peygambere olan irtibatı bir grup sahabeyi merkeze alarak bir şekilde devam ettirmiştir. Şia’nın ayrıldığı kavram cemaat kavramıdır. Çünkü cemaat Sahabe Efendilerimizin tamamına yakınının temel meselelerde icması anlamına gelir ki hilafet noktasında bu icmanın kabul edilmemesi Şia’yı cemaatin dışına itmiştir. Ehli Sünnet kavramının zıttı ancak Ehl-i Bidat’tır. Ehli Bidat olmanın birinci adımı Hz. Peygamber’in uygulamalarını görmezden gelmektir.

Kur’an İslami yahut Vahiy Toplumu kavramaları birinci neslin din anlayışı ile uyuşmamaktadır. Hiçbir Sahabe Efendimiz herhangi bir problemle karşılaştıklarında Kur’an araştırmalarına dalmamıştır. Ayetler üzerine imali fikir yaparak herhangi bir mesele de çözümüne ulaşmamıştır. Herhangi bir problemin çözümünde Hz. Muhammed(as)’in sağlığında takip edilen yöntem; direk Hz. Peygamberin şahsına başvurmaktadır. Ahirete irtihalinden sonra ise çözüm Hz. Peygamber’in uygulamalarında aranmıştır. Son olarak uygulamalarda bir çözümün olmaması durumunda “Yeni durum karşısında Hz. Peygamber nasıl davranırdı?” Sorusu etrafından çözümler aranmıştır.

Modern dönemde Ehli Sünnet kavramının zıttı, sünneti devre dışı bırakmak isteyen her türlü gayretin adıdır. Neticede din ve dinin temeli olan Kitap 610 yılında Mekke’de “Ben vahiy alıyorum” cümlesi etrafından oluşmuştur. Bunun neticesidir ki ilk tebliğ faaliyetlerinde merkez kavram Hz. Muhammed (as) doğruluğudur. Peygamber söze kendisin doğru olduğunu ifade ederek başlamış ve muhataplarından bu konuda tasdik almıştır. Bu yönden doğruluk imandan önce gelmektedir.

Dinin bütün dayanağı Hz. Peygamberin güvenirliğidir. Bu güvenirlikte herhangi bir açı sapması bizleri yanıltabilir. Hz. Peygamber dinin nasıl yaşanabileceğinin tartışmasız tek örneğidir. Birçok ayette Hz. Peygamberin beşer nev’inden gelmesi örnek alınabilmesi ile açıklanmıştır. Aksi durumda salt kitap üzerinden doğru bir anlayışın ortaya çıkması imkânsızdır. Kurtuluş Hz. Peygamber’e ittiba yani sünnetinin üstlenilmesi ile mümkündür.