Kendime pay çıkarmaktan Allah’a sığınırım. Tevazu belki de numarası yapılamayacak birkaç insanî durumdan biridir. Kendini büyük görmek derseniz herkesin sahneye çok rahat koyabileceği bir şey. Tevazu “mış gibi” olmayı hiç kabullenemeyecek bir haslet. İnsanın egosunda alçak gönüllülüğü püskürten bir şeyler olmalı zahir. Ben farkında değilim, lakin çevremden “çok mütevazı” olduğum noktasında bir hayli taltif alıyorum.

Tevazu niyet edilerek ortaya konan bir şey değil. Şu dünyada haddini bilme seviyesine ulaşmış herkeste zaten doğal olarak bulunması gereken bir özellik bu. Benim anlamadığım şu ki hem kalem işçisi olup hem de alçak gönüllü olmak sanki bir zafiyet ya da iddiasızlık gibi algılanmakta. Kibir refleksi göstermeyen bir yazarın aslında yazarlığının da aslında kayda değer olmadığına hükmedilmekte. Öyle ya, çok önemli ve değerli bir yazar olmuş olsaydı kendi egosunu alabildiğine büyüttüğü kadar karşısındaki herkesi de mümkün mertebe küçük görmesi gerekmez miydi(!) Eğer yanına yaklaşılabilir bir yazar iseniz şöhret ve azametinizde bir sorun var demektir.

Bir noktadan sonra yazarlık yazılan şeyden bağımsız olarak değer ve ilgiye mazhar olmakta. Bir okuyucunuz sizinle görüşme talep ettiğinde ona bir sene sonrası için randevu verdiğinizde okuyucu nezdinde ne derece önemli ve ulaşılmaz olduğunuzu perçinlemiş oluyorsunuz. Tam tersi durumlarda, yani herkese kapınız her saat açık olduğunda yazarlığınızın beş para etmez olduğunu da bu geniş gönüllülüğünüzle tescil etmiş sayılıyorsunuz.

“Eserlerini okuyun yeter, yazarıyla tanışayım demeyin” diyenleri çok duymuşsunuzdur. Çünkü eseriyle yazarı birlikte tanıdığınızda yazarının yazdığı şeye ne kadar yabancılaştığını görüp hayal kırıklığına uğramanız muhtemeldir. Ya kendini yazdıklarının çok fevkinde gösterecek ya da bütün doğallığı ve sadeliği ile kendini yazdıklarının hayli aşağısında gibi yansıtacaktır.

Yazarın yazdığı “olmak istediği” şeylerin bütünüdür. Kendini insanlaştırmakta zorluk çeken yazar duygu ve düşüncelerini insanlaştırıp tabiri caizse adam etmek ister. Beğenilen eser çoktur, lakin sevilen yazar çok azdır. Bir yazarı sevmenin yerini ona karşı duyulan hayranlık alır genellikle. Hayranlık ise okuyucunun zihninde yazarı yerleştirmek istediği çerçevedir. “Yaşadığın dünyayı bana da yaşat”, “tanıştığın sözcüklerle beni de tanıştır” arzusudur hayranlığın yeşermesini sağlayan.

Hayatın geçiciliğini ve dünyanın eğretiliğini kavramış bir insanın yazı ile yapmayı düşündüğü şey acziyetini itiraftan başka bir şey değildir. Zira ortada yaşanmayı bekleyen bir hayat varken kalkıp yazmayı seçen biri daha işin başında kibir kulelerini darmadağın etmiştir. Kibir ve büyüklenme kendini bilmek mektebi varken “bilmezlikten gelme” mektebine kaydolup oradan mezun olma gayretidir. Ne yalan söyleyeyim -yalan söyleyeceğime şiir yazarım- ben şu ana kadar bu mektebi bitirip de mezun olanını görmedim. Ne de olsa hayat insanı kendisiyle eninde sonunda yüzleştirip ona haddini bir güzel bildiriyor.

YAHYA KEMAL’İ OKUMAK

Bazı yazarların toplumsal değiştirme, dönüştürmeden geliştirme etkisi vardır. Yahya Kemal şiirleri, yazıları ve hayata bakışıyla bu isimlerin başında gelir. Yahya Kemal’i ölümünün 62. yılında bir kez daha anmaya ve anlamaya çalıştık. Çocuk Vakfı Başkanı şair Mustafa Ruhi Şirin’in öncülüğünde Hacıosman Atatürk Kent Ormanı’nda yaklaşık 1000 yıllık zeytin ağacının altında Yahya Kemal’in şiirlerini okuyup onun bu özelliğini -dönüştürmeden geliştirmek- dile getirmeye çalıştık. Milli farkındalık oluşturmak için ömrünü veren bir şairin farkına varılmasını sağlamaktı bütün çabamız. Sadece birkaç noktayı sıralamakla yetinelim ne yazık ki geç fark ettiğimiz bu medeniyet şairimizin toplumsal bilincimize yaptığı katkıyı ifade edebilmek için.

Geçmiş ile geleceği ve şimdiki zamanı kaynaştırıp geçmişin de üzerinde yaşayanlarla birlikte an içinde idrak edilebileceğini hatırlatmıştır. Mağlubiyetten bile geçmiş zamanların zafer coşkusunu çıkararak dik durma bilincini yerleştirmiştir. Şu mısraları bu bilinçle okumak lazımdır:

“Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan / Rüyama girdi her gece bir fatihane zan.” Bozgunda fetih rüyası görmek böyle bir şey olsa gerek.

Eve dönen adamdır o. Dışarıdan eve doğru bakabilmeyi başarmıştır. Paris’ten yaşadığı toprakları görmekle kalmayıp bütün hayatı boyunca bu ruh ve güzelliği şiirlerinde göstermeye çalışmıştır. Kolektif bilinç kadar kolektif güzelliğin etrafında bir millet halkası oluşturmaya çalışmıştır.

Türk aydınını kendi öz değerleriyle barışmaya ve tanışmaya davet etmiş. Bu çatışmanın acısını kendi benliğinde yaşarken “hiç olmazsa böyle duygularım kaldı” diyerek kültür ve medeniyete ait bir nüve ile bile teselli bulmaktan çekinmemiştir.

Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirindeki ruh ve heyecanı caminin dışarısında olduğu halde bu kadar sıcak ve samimi ifade edebilmesi aslında bütün aidiyet ve mensubiyetiyle orada olduğunun nişanesidir.

“Ne zaman şair olduğunuza inandınız?” sorusuna hiç tereddüt etmeden: “Türkçeyi hissettiğim zaman” diye cevap vermesi millet olarak kullandığımız dilin derinliklerine inmemize yardımcı olmuştur. “Türkçe annemin sütüdür” diyen bir şairin şiiri elbette bu memleketin rengini, kokusunu ve sadeliğini de bünyesinde taşıyacaktır. Değil mi ki Selçuklu ve Osmanlı yadigârı İslam kültür ve medeniyeti millet olarak başımızın üstünde çattığımız kendi gök kubbemizdir.