Temmuz ayının son yazısında “Başka alemlere farkımız bizim” başlığı altında 17 Aralık operasyonuyla görevden alınan dört bakandan Erdoğan Bayraktar’ın “Gorki, Sartre, Freud” adlarını yazdığı twitle entelektüelliğini, okumuş adamlığını öne çıkarmaya çalıştığından bahsetmiştik.
Şöhretinin kaynağının unutulmamış olmasını anladığında ise yapacağı tek doğru işe yönelen Sayın Bayraktar, bir “İtirafname”yle siyasilerin gündeminde baş köşeye kuruldu. ‘’Artık’’ bir AKP’li olarak o konuşuluyordu. Biz de onu ve konuşanları yazdık. (‘’Artık’’ kelimesinin hesaba katılamayan bakiye gibi bir manası da vardır.)
AKP’li eski bakan Bayraktar itirafnamesinin en önemli cümlelerini hatırlayalım: “Sayın Cumhurbaşkanı beni hırsız çuvalının içine koydu ve attı. Benim dosyamda hırsızlık yok, görevi kötüye kullanmak var. Bende bir para yakalanmadı. Benim dosyamda ne varsa doğrudur.”
Medyada icraatlarından çok görevden alındı, alınacak haber yorumlarıyla yer alan İçişleri Bakanı Sayın Soylu’nun, “Benden önceki bakanların evinden para sayma makinaları çıktı” mesajıyla Cumhurbaşkanı’na hatırlatma yapmasını unutan toy siyasetçilerin, Bayraktar itiraflarının Sayın Soylu’nun kabinede kalmasına yönelik olduğuna inanmalarına takılmadan, biz AKP kurucusu “ağır ağbi”lerden Sayın Ertuğrul Yalçınbayır’ın değerlendirmelerini esas alacağız analizimizde.
Özgeçmişine CHP + RP + ANAP + Birkaç dönem AKP milletvekilliği yazdıran ilk AKP başbakanı Abdullah Gül’ün yardımcılığını yapan Sayın Yalçınbayır’ın “Bizde de İtalya’daki gibi bir Temiz Eller operasyonu başlasın; geç de olsa zaman yolsuzlukla mücadele zamanıdır” cümlesi başlık yapılmış sitelerde.
Son dört kelimesi Sayın Yalçınbayır’ın sanki sayın Cumhurbaşkanı’na bir itiraz yahut yol gösterme gibi. Demeçlerinde “Çağ atladık” tabirini her fırsatta vurgulayan Sayın Cumhurbaşkanı’na diyor ki; birlikte parti kurduğu biri olarak:
“Zaman yolsuzlukla mücadele zamanıdır!” “Geç de olsa...”
Bir muhalif gazeteciye (Ruhat Mengi – Sözcü) konuşan, AKP’nin kurucu Genel Sekreteri ve Anayasa Komisyonu Başkanlığında merhum Kuzu’nun selefi sayın Yalçınbayır, eski bakanlarının itiraflarından bir psikiyatr rahatlığı tatmakta.
“Vicdanı daha fazla susmayı kabul etmedi. Bunu hissediyor ve kendiyle hesaplaşıyor, vicdanı isyan ediyor.”
Meslek hanesinde “Hukukçu” yazan ve kurduğu parti halen iktidarda olan Sayın Yalçınbayır, eski bakanlarının psikolojisini böyle yorumlarken, hiç rahatsızlık hissetmeden adalet sistemimize de bir atıfta bulunuyor: “Bu kişide hak duygusu vardı ki ilk gün de olayı kabul etti.”
Sayın Yalçınbayır’a işte bu noktada şöyle bir soru sormamasını Sayın Mengi’nin, “Kurduğunuz partide, bizim de emeğimiz, katkımız vardır” duygusunun ağır basmasına yorarım: “İtiraflarından bir gün önce emr-i hak vaki olsaydı sayın bakanınıza, vicdanı-hesaplaşmayı-isyanı-hak duygusunu kim üzerinden konuşacaktınız Sayın Yalçınbayır?”
Ömrünün üçte birini Meclis’te ve/veya aktif siyasetin içinde geçirmiş Sayın Yalçınbayır’ın aman ucu bana değmesin endişesinin sindiği değerlendirmelerinin her satırına sorumluluktan kaçma duygusu hakim. Üstelik itirafçı eski bakan müvekkiliymiş de onu savunuyor gibi.
“ Süleyman Soylu’nun 17-25’e atıfta bulunarak konuşması, benden önceki bakanların evinden para sayma makinaları çıktı, demesi onu daha çok rahatsız etti.”
Sayın Süleyman Soylu’nun suç duyurusuna gizlenmiş, bizim öyle istifadelerimiz olmadı yakınması hissedilmeyecek gibi değilken, ne sen bunun farkındasın Sayın Yalçınbayır, ne de polis farkında, notumuzu düşerken, sorulamamış sorularla devam ediyoruz.
Kurduğunuz ve iktidar ettiğiniz bir partinin bakanlarının evinden para sayma makinalarının çıkmasını, ilk ne zaman kabul etmiştiniz ve sizin rahatsız olma duygunuza ne olmuştu ki, geri kaldınız yahut niye bir itirafname beklediniz konuşmak için?
“Rüşvetle suçlananlar arasında olmayı kabul edemedi.”
Kimler rüşvetle suçlandılar? Suçlama hangi adli makam tarafından ve hangi delillerle yapıldı, sorularını bir hukukçu olarak görmezden gelen Sayın Yalçınbayır’ın, yaşananları siyasetin olağanlarından kabul ederek yorumlaması, “Artık mızrak çuvala sığmıyor” kaçışını da gölgelemektedir.
“Görevi kötüye kullandığını kabul etti ama hırsızlıkla suçlanmaya dayanamadı.”
İtirafçı eski bakan, Binali Yıldırım iştahıyla söylersek sanki Sayın Yalçınbayır’ın yediğinin, i çtiğinin ayrı gitmediği kankası. Bir tansiyon rakamlarını vermediği kalmış.
Sayın Yalçınbayır’ın Ruhat Mengi röportajının birinci kısmındaki son cümlesi şu: “Toplum ve muhalefet o günlerde peşinden gitmedi, şimdi gidilmedi, tedbirler alınmalı.”
Kurucu Genel Sekreterliğini yaptığı, Başbakan Yardımcılığını yaptığı, Anayasa Komisyonunda Başkanlığını yaptığı partisini hukuki değerlendirmelerinin dışında tutan Sayın Yalçınbayır, suçladığı toplum ve muhalefetin kimin peşinden, nasıl gitmesi gerektiğini de söylemiyor.
Lakin her şey son iki kelimesi “Tedbirler alınmalı”da gizli. Çünkü röportajın bundan sonraki satırlarında AKP “Dün neydiler, bugün ne oldular” anlatımıyla özetlenirken, alınması gereken yahut alınacak tedbirleri de sanki kendi partisine ısmarlıyor gibi Sayın Yalçınbayır.
“Sorumlular Yüce Divan’a sevk edilecekse şimdi edilmeli. Topluma bunu göstermeleri gerekir.”
Adalet için olmasa da, AKP için hâlâ bir umut var, der gibi üstelik. “Partinin oy durumu kamuoyu yoklamalarında düştü ama...”
AKP’deki hesap ne çarşıya uyar, ne pazara
Şehrin meydanlarına AKP’li belediyelerce kurulan tanzim satış noktalarında patates, soğan, domates satışları yapılırken oluşan varlık kuyruklarının, “Biz bu milletin dertlisiyiz ve milletimize en uygun kalite, en ucuz ürünü getirip dağıtacağız” sözleriyle, Tv kanallarında izahını da yapan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ı 30 ay önce dinlediğimizi niçin hatırladığımız sualine, –gündemdeki kelimeyle söylersek– cüret edenler varsa, gerekçemizi yazmaktan çekinmeyiz biz de. (Bakınız: Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan flaş “Tanzim satış” açıklaması – 15.02.2019)
Bir sebze halinde, kabakların çöp kamyonlarına boşaltılması görüntüleri üzerine, aile şirketinden deterjan alımıyla gündem olan bakandan boşaltılan makama atanan, çiçeği burnunda Ticaret Bakanı sayın M. Muş’un, “Sebze ve meyvede piyasayı bozucu faaliyetlere en ağır cezaların verileceğinden hiç bir vatandaşımızın şüphesi olmasın” demecinden haberdar olmamızdır bu yazının sebebi.
Yoksa, endişeli AKP’li tanıdık ve aşina olduklarımıza, “Kabak yine bizim başımızda patladı” dedirtmek değildir. Hem Sayın Cumhurbaşkanı’nın da benzer bir demeci, esnaf uyarısı vardı; “Gerek sebze, gerek meyve ve bakliyatta çok ciddi fiyat farkları olduğunu görüyoruz” diye başlayan ve “Esnaflarımıza sesleniyorum: Çok ağır cezalar sizleri bulabilir” diye biten cümlelerle haberi yapılan. (Bakınız: 29.01.2021 demeçleri)
20 yıllık AKP iktidarının en körpe bakanı (4 aylık filan) Sayın M. Muş’un “Piyasayı bozucu faaliyetlere kesinlikle müsaade edilmeyecektir” cümlesini duyduğunda insanlarımız, kabakların çöp kamyonlarına dökülmesini, piyasa bozucu hareketlere anında verilen bir ceza olarak algılamışlardır. Sen misin üreticiden ucuza aldığın kabakları tüketiciye ucuza satmak isteyen? Üstelik porsiyonlar küçülmeye daha yeni ayarlanmışken.
Ticaret Bakanı sayın M. Muş’un, Sayın Cumhurbaşkanı’nın demecinden aldığı ilhamla vurguladığı “En ağır ceza” tanımını hiç kimse, bilhassa geçtiğimiz asrı bu ülkede yaşayanlar, Demirel’in kabul ettirmeye çabaladığı “Ceza artı işkence olmaz” kaidesiyle mukayese etmeye kalkmasın. Zira her asrın karakteri farklıdır; hatta atlanan çağları bile...
Dürüstlüğün teşvik edildiği günler çok uzaksa, cezaların tehdidindedir çarşı ve pazar.
CAN ÖZÜ BİR HOCAYDI
Onun evindeki bir sohbetimizde konusu geçtiğinde “Ezan kitabı”nın, içimi kaplayan imrenme duygusunu ilk defa çok hacimli yaşamıştım. Yüzüme yansıyacak renk değişikliğinin farkedilecek koyulukta olmasından korktuğumu da o an, unutmadım.
Oğlu Mustafa Özcan’ın “Babamın vefatının sene-i devriyesi vesilesiyle” diye başlayan davetini aldığımda, her gidenimizin ardından yaşadığımız, dünyaya çok fazla daldığımızdan belki de, o kadar oldu mu, şaşkınlığım bir sığınaktan çok, yalnızlığımın kendimce kabulüydü.
Bir ağabeyi, Mevlüt Özcan Hocamı anlatıyorum. Gençliğe hasret günlerimizin muhabbetinde bana özel söylediğini sandığım “Ben Konya’da okudum” cümlesinde binlerce sevgi ve itina duygusu barındığını hisseder ve gururlanırdım.
Yazılarım hakkında çok konuşmazdı; memnun olduğunu gözlerinin gülümsemesiyle gösterir, “Evet öyle” tasdikinde bulunurdu bazan.
Beni görüntüsüyle sevindiren ve teşvik eden üç ağabeyimden biriydi. İsterdim ki “Nasıl buldun.” Soruma geniş cevaplar versin. Lakin o da diğer iki ağabey gibi sadece “Sen yazacaksın” kelimelerini aşmıyordu.
Hikayelerimin çok geç de olsa kitaplaşması İnkılab Yayınlarında sonlandığında “Sağ”ın kaderi herkesin yayınevi kendine kuralına dahil olacağımı biliyordum. Mevlüt Hocamın da “Sabır Yayınları” vardı. Gazetedeki bir sohbetimizde hayalimdeki “Reçete Yayınları”ndan bahsetmiştim. Zaman geçiyordu ve ben daha başlayamamıştım.
“Dizgilerini ben yaptıracağım. Ben üstleniyorum. Haydi başla!” Dediğinde, o günkü sevincimin hâlâ içimde canlı kalmasında da çok emeği vardır; bilhassa evindeki sohbetlerde sırtıma yüklediği.
Zordur, bilirim;gidişiyle sevenlerini 1 eksilten, iyi atlara binip giden iyi insanların ardından yazmak. Ki ben “Mona Roza” vefatının ardından yazamadım.
Yavrularının hazırlayacaklarını duyurdukları “Ailesi ve Dostlarının Anlatımıyla Mevlüt Özcan” kitabına ihtiyacımızın olduğuna inanan baba dostları biri saymamı kendimi, hoş görsün insanlarımız.
“Ezan ve Salâ” kitabının hemen baktığım “Edebiyatımızda Ezan” bölümünden bir şair değerlendirmesini buraya alarak, iyi insanları iyi bilmek hakkımıza bir katkısını Mevlüt Özcan Hocamın vurgulamak istiyorum.
Allah’ın rahmeti bütün Müslümanların üzerine olsun.
(Tevfik Fikret’in gençlik yılları dini hislerinin çok kuvvetli olduğu dönemdi. Daha sonra birilerinden etkilenerek bu özelliği bozuldu. M.Akif’e reddiye olarak “Molla Sırat’a” başlıklı şiir yazdı. Orada; “Ben de âşıktım ezan nağmelerine Bir koşardım ki, o Allah sesine” Beytinde olumsuz bir ifade ile de olsa ezanın kendi üzerinde bıraktığı etkiyi anlatır.
Ben Prof. Dr. Mehmed Cevat Akşit Hocam’dan dinledim. O da Yüksek İslam Enstitüsü hocası olan Balıkesirli Hasan Basri Çantay’dan dinlediğini söyledi.
Demiş ki: Tevfik Fikret’in imansız göçtüğünü söylerler. “Ben yakinen biliyorum. Son dönemleriydi, hâlinden dolayı çok tevbe etti. Gece-gündüz hep ağlardı. Geçirdiği imansızlık dönemi için tevbe ederdi. Bundan dolayı o tam iman etmiş bir mü’min olarak yaşadı ve öyle öldü” dediğini nakletti.”)
