Gittikçe yalnızlığının bataklığına çekilen insanoğlu.

Fukaralığında sınır tanımayan şehrin, kendisinden haber

alamadığı

Kayıp medeniyetin kırık tuğla izlerinde unutulan.

Durakta yığılıveren kadına yine de paketlerini bırakıp

karşı restorana fırlayıp su koşturan adam.

Belki gecekondu muhitinin son otobüsüdür kaçırıp evine

birkaç saat geç kalmayı göze aldığı.

Ya da artık inandırıcılığını kaybeden insan acılarında

rol mü yapmaktadır kadın; o telaşla bırakılan, evde ki çocukların hakkı olan

rızıkları alıp kayıplara mı karışacaktır

Sorularını akla getirmeyen temiz kalabilmiş yüreklerin

son adasında dalgalanan özveri bayrağı.

Kadın hayattan kayarken şaşıp kalmıştır bu zamanda böyle

insanlar kalmış mıydı, diye. Soğuyan elleri, donuklaşan gözleri ile adama

teşekkür edebilme gücünü topladı dudaklarında.

Sırası mıydı kızım, dedi kendi kendine. Ölümün sırası

olmaz ama daha yapacak o kadar iş varken; çocukların okulu, evlilikleri

kendisini beklerken ölüm biraz mola veremez mi, diye düşündü.

Kendisinden hiç haberi olmayan Boğaz ın doğu yakasının

sakinleri ellerinde su şişeleri ile yürüyüşe çıkmış, yanından geçip gitmekte

idiler; gıkı çıkmadığı için ölmek üzere olduğunun farkında değillerdi.

Akşam ezanları çoktan okunmuştu.

Durağın karşısında silver cafe , insanlar lüks arabaları

ile gelmekte, valeler koşup park sorununu halletmekte, deniz dalgalarının

yanında hülyalı bakışlarla birbirlerini süzecek çiftler tesise yollanmakta idi.

Kadın su ile biraz ayılmış, ayakkabısı içine dolan,

beline kadar çıkan kan içinde dünyayı son kez seyre dalmıştı.

Beklenen ambulans değil de kağnı idi sanki.

Hayat ne kadar renkli, hızlı, neşeli giderken o sevince

gözleri takılmıştı, gelen çiftlerin çoğu başörtülü, iyi giyimli, pahalı

aksanlı, üzerine titreyen eşleri ile bu gençlere baktı ve mırıldandı:

Sizi içine çekmeye çalışan bataktan uzak olun!

Ölürken bile mutlu sahneler iyi geliyor, diye düşündü.

Kavgasız, şiddetsiz, huzurlu ölüm istedi kendisi için.

Hayatının bozulan raylarını düzeltmeye kimsenin gücü

yetmemişti.

Güzler dürülüp kaldırılmış, kışlar sobaya tıkıştırılmış,

bahar gelmemişti hiç.

Duvarları boyamış, döşekler sermiş, halılar yıkamış,

başkalarının işlerine gitmiş, ekmek parası peşine sürüklenmiş, hayattan mutlu

olmuştu ama yazı görememiş, ürünleri derememişti.

Hiçbir şeyi değiştirememişti.

17 yaşından beri.

Bacağında bıçak yarası; ne garip ağrımıyor bile,

evlatlarının kaygısı kadar yüreğine acı vermiyordu çeşme gibi akan damar.

Ellerinden çekilirken zaman, gözlerinden giderken hayat,

sırası mıydı kızım şimdi ölmenin, diyor onca çocuk sana muhtaçken

Otuzundaki oğlan işsiz, altmışlık kolların sildiği

camlardan alınan para ile harçlığı verilmekte.

Bir düşündü, küçük çocuklarından daha vahim buldu: Ne

olacak bu çocuğun sonu dedi, belki diğerlerinin hayata iyi bir başlangıç

yapma umudu olabilir ama bu otuzluk çocuk, işte asıl onda aklı kalmıştı,

yıllardır evde idi, hiçbir işte dikiş tutturamıyordu, sonu ne olacaktı

İşte o zaman ağrısının farkına vardı, aslında büyük

bıçağın parçaladığı bacağı değil, çocukları yüreğini daha derin yaralamıştı.

Bir türkünün yarım dizesi, çocuklarına olan ıstırabını

anlatan son sözleri oldu:

Hençer yaresi degil