Geçtiğimiz yıl katıldığım bir eğitim seminerinde bir
hanım yanıma geldi ve duygularını paylaştı: Ben aslen Roman ım ve bu kültürün
içinde yetiştim. Beş yıl önce İslam ı tanıdım ve dinimi yaşamaya karar verdim.
Ailemle aramda sorunlarım oldu ama ben her şeyi göze aldım ve dindar biriyle
evlendim Şimdilik hayatımda kötü giden bir şey yok, sadece Roman olduğumu
bilen komşularım tarafından çok dışlanıyorum. Ne yapsam nasıl yapsam beni küçük
görmelerine engel olamıyorum Biliyorum Allah benim amellerime bakıyor zaten
içimi rahatlatan da sadece bu
Genç kadının, içten ve duru bir ifade ile aktardığı
duygularını defterime not etmiş ve dışlanmanın bir insanda bırakabileceği
etkiyi bütün benliğimde hissetmiştim. Aynı gün Kadıköy iskelesine geldiğimde,
yolun kıyısında sessizce bekleyen Çiçekçi kadınlara selam verdim ve çiçek
aldım. Onlara uzaktan baktım. Hayatın kıyısına fırlatılmış gibiydiler. Hemen yanlarından
akıp giden insan seli ile iletişimleri hiç yoktu. Yok sayılmışlar,
görülmemişler hayatın dışına atılmışlardı. Onlar da aynı şekilde kendilerine
dışlayıcı bir gözle bakan toplumu yok sayıyor ve kendi dünyalarına
çekiliyorlardı.
Bütün bunları düşündüğümde benimle duygularını paylaşın
kardeşimi daha iyi anladım. O güne kadar kıyısına dahi yaklaşmadığın yabancı
bir gemiye biniyorsun ve bu gemide insanlar bakışlarıyla, tavırlarıyla seni
dışarı atmak istiyorlar. Ama sen burada kalıyor ve kıyıya kadar geçmeye karar
veriyorsun. Elbette kolay iş değil.
İnsan hangi topluma kabileye ırka mensup olursa olsun
özünde Cenneti kazanma potansiyeli ile doğuyor. Bu anlamda birinin ötekine
üstünlüğü yok. Ama bu düstura inanan pek çok insan dahi davranışsal olarak bu
insanları ayrıştırmaktan geri kalmıyor.
Çünkü insanın fıtratında, ötekileştirme, tahakküm kurma
küçümseme ve haksızlık yapma potansiyeli var. İslam insanın bu yönünü
eğitmesini ve insanileştirmesini istiyor. Mekke de toplumun alt sınıf olarak
kategorize ettiği pek çok insan İslam la şereflendikten sonra güzide sahabeler
arasında yer almış ve onlardan övgü ile bahsedilmiştir. Allah bizim içimize
bakıyor sahip olduklarımıza değil.
Köleliği hayat tarzı olarak benimsemiş ve bu kalıpların
dışına çıkmaktan uzak kalmış kesimler ne yazık ki geçmiş dedelerinin
kurbanıdırlar. Topluma tam anlamıyla entegre olamayan bu topluluklar,
öğrenilmiş çaresizliğin esiri olur ve aynı hal üzere devam ederler. Her ne
kadar dışlanmaya maruz kalsalar da topluma açılmalarına bir engel yoktur ancak
öğrenilmiş kalıpları kolay kolay kıramazlar. Romanlar bunun en bariz örneğidir.
Toplumun duyarlı kesimi bu insanları kazanmanın yollarını aramalı ve onlara
eğitim, istihdam ve konut imkanı tanımalıdırlar. Nitekim Osmanlı
İmparatorluğunda Romanlar hukuki olarak belirli bir sistem içinde entegre
edilmişlerdir. Özellikle Rumelide yaşayan Romanlar, musikiye yatkın oldukları
için bu alanda konumlandırılmışlardır. Bunun yanında, Romanlar, bakırcılık,
sepetçilik, demircilik kalaycılık gibi işlerde de çalışarak diğer esnaf
teşekkülleri gibi devletin himayesi altında kendilerine yer bulmuşlardır.
Hayatın dışına itilen bu insanları yeniden kazanmak ve topluma katmak gerekir.
Bu da teşekküllü bir çalışma ile mümkün olur.