“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd- 20)
“Sözün ve yolun baş çeşmesi ruhumun
Canım içre sevinç verir sözlerin
Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni
Hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım.
Aşkın bin gözlü devasa bir baş imiş
Yur her birini uykulardan sohbetin
Dinlen ey Zarif bilatedbir çok söz açtın
Bu kırık akılla ne cürettir yaptığın”
(Menziller/Cahit Zarifoğlu)
Cumartesi
Umudunu Kaybetme
Chris Gardner’in kendi yaşam öyküsünü kaleme aldığı “The Pursuit of Happiness” adlı kitabından sinemaya uyarlanan “Umudunu Kaybetme” filminde, Will Smith ve oğlu Jaden Smith’i aynı anda beyaz perdede görüyoruz. Kitabın yazarı Gardner, çok zor bir çocukluk dönemi geçirdiği için kendisi de bir gün baba olduğunda çocuklarını asla bırakmayacağı konusunda söz vermiştir. Filmde de böylesi bir baba oğul ilişkisi var. Filmin kahramanı, eşinin evi terk etmesi üzerine daha zorlu bir sürecin içerisine girdiği ve bu cendereden çıkmak için ortaya koyduğu gayreti anlatan film, olumlu okunursa bir başarı öyküsü gibi duruyor. Ancak diğer taraftan filmin bir sistem eleştirisi tarafı da var.
Tıbbi cihazlar satarak geçimini sağlamaya çalışan filmin kahramanı, bir çocukla beraber barınma imkânından ve temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiği bir noktada, hayatının dönüm noktası olacak bir karşılaşma neticesinde yeni bir yolculuğa çıkar. Lüks arabası ile önünde duran genç adama ne iş yaptığını ve nasıl bu arabaya sahip olduğunu sorar ve ‘borsacı’ olduğu cevabı ile bir de bir ‘borsacı kursu’ olduğuna dair bilgi edinir. Bundan sonrası azim ve kararlılıkla gelen mutlu sona bağlanır. Filmde temel mesajlardan biri de oğlunun basketbol oynarken başarısız atışları karşısında üzülüp, ‘yapamıyorum, beceremiyorum’ serzenişleri karşısında oğluna dönüp; “Bir daha kimsenin sana bir şey yapamayacağını söylemesine izin verme, benim bile” diyerek onun dikkatini çeker. “Bir şeyi istiyorsan peşini bırakma. Git ve al. O kadar” diyerek çocuğunu olumlu motive eder.
Bugünkü adaletsiz ekonomik-sosyal düzen içerisinde insanlara dayatılan bir mecburi yaşam biçiminin insanları ezmesi, onları naçar bırakması karşısında sadece istediğini gidip alabilmenin başarı olarak kabul edilmesinin oluşturduğu travmaları gazetelerin 3. sayfalarında her gün okuyoruz. Bununla birlikte alt metin olarak azme dikkat çekiyor gibi görünse de aslında bu zamanın tam da istediği şeyi öğütlüyor. Öğütülmemek için öğütücünün bir parçası ol. Değersiz, sonuca giden yolları mübah gösteren bu anlayış artık bir filmin konusu olmaktan çok daha gündelik hayatımızın konusu olmuş durumda.
Özellikle fenomenlerin her gün pazarladığı o gösterişli dünyaya ulaşmak için çok bir çabaya gerek kalmadan bir akıllı telefon ve internetin yeterli olduğu gerçeği ile herkesi bu parıltıya çağırıyorlar. Bir kısa yol olarak fenomen olmayı vaaz eden davetler sadece bununla da sınırlı değil. Yurt dışına çıkmış kimi kimselerin (göçmen fenomen) tanıttığı ışıltılı hayatların o 20-25 dakikalık videolara sığmayacağı da ayrı bir konudur. Önümüze her gün istesek de istemesek de düşen bu kadar parıltılı hayatı nasıl okuyacağız? Meşruiyetin sınırı nerede? Helal dairesi nerede? Hak dairesi nerede? Bütün bunları tekrar sorgulamak maksadıyla belki bu eski filme bir yeni okuma vesilesi ile tekrar bakılabilir. Umudunu kaybetme bir önerme ise inançlı insanın umudu şartlara bağlı değildir. Umudunun kaynağı nedir? Onu bir kontrol et!
Pazar
Klasiklerin izinde
“Biliyor musunuz, ben de Tekboynuzların göz kamaştırıcı canavarlar olduğunu düşünmüşümdür hep. Daha önce canlı bir Tek boynuz hiç görmedim.” “Artık birbirimizi gördüğümüze göre, sen bana inanırsan ben de sana inanırım. Anlaştık mı?” (Lewis Carroll, Aynanın İçinden/Alice Harikalar Ülkesinde)
Klasiklerin dışına çıktığımızda giderek daralan bir dil yetisi ile karşılaşıyoruz. Günümüz insanının derinlik melekesi oldukça zayıflamış olduğunun birçok göstergesi var. Algılanmayı var olmanın gerekçesi, geçer akçesi olarak kabul ediliyor. Kaç kelime ile konuşulduğundan ziyade derinliklerin ne denli etkili olduğu anlam derinliğinin nerelerde buralara bakmakta fayda var. Slogan ve gurur içerisinde bir yerde konuşlanıldığında ortaya çıkan şey çabuk unutan ve de çabuk etkilenen bir zümrenin gerçekliği kol geziyor.
Çok satan kitaplar, çok görünen tipler ile tüketiciliğin ve de reklamcılığın ortaya çıkardığı “mutluluk” aslında temsil ettiği şeyden çok sunulanın algılanması ile ilgilidir. Derinlemesine irdelenmeyen bir zihinselliğin sadece anlık ihtiyaçların karşılanması moduna girmiş olması; sonuç itibari ile basitlik isteyen kitlelerin ihtiyaçlarının giderilmesi en önemli kriterdir. Kesif duygusunu, merakı körüklemeyen zihinsel süreçler giderek büyük bir kuraklığa sürüklenmektedir. Sloganların hakikati örselemek gibi bir görev üstlendiği bu noktada “büyük, güçlü, birlik vb.” ifadeleri daha farklı okumak gerekiyor.
Niçinlerin, nasılların hayret makamına varmadan kısa tanımlar, etiketlerle geçiştirildiği yüzeysel bir anlam alanında hareket ediyoruz. Dünya tahayyülünün rakamlardan, istatistiklerden, verilerden ve bunların nasıl yorumlandığından ibaret olduğu bu zaman diliminde adeta klasikler kendimizi daha derinde görmeye vesile oluyor. Klasiklerden maksat ise her türlü klasik özelliğine sahip şey olarak okuyabiliriz. Edebiyattan sanata, sinemadan mimariye, felsefeden teolojiye varana kadar birçok alanı buraya dahil edebiliriz. Bugünlerde bazı kimselerin gerçek manada klasiklere yöneldiğini görüyoruz. Hepsinin temel arayışı daha derin bir bakış ve anlayış arayışı olduğu gerçeğidir. Anlık malumatın bilgi yerine geçtiği bir zamanda çok zahmetli ve külfetli bir yolculuk olmasına rağmen muhataplarına sağladığı tatmin ise ölçülemeyecek kadar çok ve çeşitlidir.