Sonbahar kendini bu kadar nasıl hissettirebiliyor? Mevsimlerin bu kadar belirgin ayırt edildiği kaç şehir vardır? Ya da her sene baharda aynı ağacın tohumlandığı gün ona yakından bakmaya giden ve sonbaharda yapraklarının kızıldan sarıya dönüşünü adım adım takip eden kaç kişi vardır. Eylül, çağrışımları çok fazla olan bir ay. Hep hüzün yüklenir sonbahara, bir yönüyle doğruluk payı vardır ama bir yönüyle de hatırlamadır, içinde derin ve güçlü bir umudu barındırır. Yeniden var olmanın umududur. Bir sonu değil bir başlangıcı hatırlatır ve ona hazırlar. Galiba biraz da sonbahar insanıyım, bu da bana özel bir his olabilir.  Bir tutam yaşanmışlık geçmiş ile şu an arasında ve gelecek berrak bir dua aydınlığında…

Pazartesi

‘Yedi Numara’ diye bir dizi vardı. Bir ara herkesin çok izlediği naif bir diziydi. Bizim için ise hayatın çeşitli dönemlerinde tekrar tekrar önümüze çıkan bir kaçış yeri gibiydi. Gökhan Rize Fındıklı’daydı. Bir ara yanına ziyarete gittiğimizde hep beraber oturup izlemiştik. Yedi Numara hep biraz Gökhan’dı benim için. Yalın ayak çocukluğumuz, umutlarımız biraz da hüzünlerimizdi. Şimdi Selim’le oturup tekrar izlediğimde tam olarak gördüğüm neydi bilemiyorum. Bugünün epey dişli oyuncularının hepsinin bir ayak uğradığı bir acemi ocağı gibiymiş de aslında. Zaman çok değişti, insanlar değişti. Birçok diziler yapıldı, edildi ama insan dönüp dönüp şu basitliği yalınlığı arıyor. Selim’in dünyasına çok uzak olmasına rağmen o da hissediyor galiba. Aradan geçen yirmi yılda pek az şeyin değişmiş olması haricinde. Ama artık hayatımızda bu kadar naifliğe yer olmadığı için belki de bu kadar etkili. Belki bunu düşünmeme vesile olan şeylerden birisi de bir YouTube programında yaşlı başlı birkaç insanın da bu diziye benzer atıf yapmış olmalarının payı olabilir. Bir de dediğim gibi insanın beraber büyüdüğü bütün hikayesini beraber ördüğü mahallesine ve çocukluğuna ait olduğu için de özel olabilir. Belki de bazı şeyleri hatırlamak adına dönüp baktığımız bir bellek aracıdır. O heyecan ve umut dolu dokunuşları olan Fındıklı’daki o yeni öğretmenden geriye ne kaldıysa, elde kalan şey de odur. Hayat böyle, biraz da ileri gittikçe geriye baktıran bir şey.

Salı

“Hey! Ne duruyorsun be!

At kendini denize!

Geride bekleyenin varmış aldırma

Görmüyor musun, her yanda hürriyet

Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol

Git gidebildiğin yere…”

(Orhan Veli-Hürriyet’e Doğru)

‘Bir çantadan fazlası var. Artık bir yere gidemeyecek kadar, bir çantaya sığdırılamayacak kadar büyük bir hayat var’ demişti arkadaşım. İlk evden ayrıldığında bir çanta ile vardığı ve bir odaya sığdırdığı hayatının giderek değişip kocaman bir evi ve içinde koşuşan çocukları işaret ederek; ‘Önceden çantamı aldığımda iki dakika düşünmeden yeni bir yola koyulan o ben artık yok. Ben sadece benden ibaret değilim’ demişti. Haklıydı. O bekar evleri, her bekar evinin içinde biriken hatıralar, insanlar ve ardından gerçek hayatın umulmadık bir anda çarpması ile değişen ve hiç durmayacak bir koşuya dönüşmesine neden olan o hayat koşusunun zamanı. Öyle ya o evler en çok da her şeyin durdurduğu, sabitlendiği yerlerdi.

Kim bilir kaç şehir, kaç yurt odası, kaç bekar evi, ev arkadaşı ve yaşanılan acı tatlı hikâyeden sonra açılan yeni sayfalar ve hayatın tozu… Hepsi bir yerde duruyor işte. İnsanlar birbirlerini özlüyorlar, geçmiş günlerine atıf yapıyorlar ama kimse bugünü bırakıp oralara dönme gibi bir arzuyu da barındırmıyor. Dönse ne bulacak ki? Lakin günlük koşuşturmalar, farklı gündemler ve bütün bunların içinde burnunun dibindeki dostuna bigâne kalmalar ve görüşememekten şikâyette bulunmaların hepsi zamansızlıktan değil bilakis kendinden soyutlanmamaktan ileri geliyor. Özgürlüğü alınmış değil, kendini hapsetmenin bir sonucu olarak zamansızlaşmak. Adına ‘yoğunluk’ denen büyük yorgunluk. Arkadaşımın kulağına yukarıdaki şiiri fısıldıyorum. Gülüyoruz. ‘Artık kaplumbağa değiliz desene’ diyor. Öyle!

Çarşamba

Selim yüzüyor. Onu uzaktan izlerken elimde kalem, okuduğum kitabın köşesine not almak için uğraşıyorum. Garudy ile bu kadar yoğun bir bağ kuracağım aklımın ucundan geçmezdi. Ama hep yakın hissetmiştim. Lisedeyken Garudy, Frantz Fanon, Ahmet Bin Bella ve birçok yazarın çeviri kitapları, meseleleri bizim de meselelerimizdi. Bazen düşünüyorum kaç tanesi hayatımızda kaldı, hangi meseleler mesele olarak hayatımızda kalmaya devam ediyor.  İnsanın muhataplıkları, okumaları, anlama çabaları hayatının bir bütünü oluyor. Bazen yanlış anlamaları da bunu içeriyor. Bazen etrafımda az sayıdaki kitabın dönüp dönüp okunduğu bir zamanda bazı kitapların daha çok okunduğunu fark ediyorum. Göçebe bir insanın en büyük yükü de kitapları, defterleri oluyor. Galiba bir masaya bir odaya ve kitaplıklara sabitlenmiş bir okuma ile her zaman her yolculuğun en zorlu meselesi haline gelen kitaplar ile yürütülen okuma alışkanlığı başka bir zorluk barındırıyor.

Oktay bir resim göndermiş, bir kitabın ilk sayfasında o günün anlamına binaen karalanmış birkaç satır var ve mesajında “Hatırladın mı gardaş!” diye soruyor. Bu aralar her şeyi çok hatırlıyorum, gardaşım. Profilinde gördüğüm resim ile o anki halimiz arasında yıllar var. Zaman nasıl da geçmiş. Önümde kulvar boyu gidip gelen şu çocuk, fotoğraftaki çocuk ve bizler… Garudy’i okurken bütün bunları hatırlamak da ayrı bir şey… Okuduğum bölümün altını bu sefer başka bir renkle çiziyorum ve köşesine “berrak bir bakış açısı” diye not düşüyorum. Oktay, Müslüm dinlerdi. Hatta çıkan kasetlerden seçki yapar kendi kasetini doldururdu. Camcı dükkânında çalardı, sonraları bu müziğe aşinalığı, ben kulak dolgunluğu zannediyordum ama değilmiş bayağı işlemiş. Şimdi gençliğimizle aramdaki sıkı bir bağ olarak görüyorum. Tıpkı lisede tanıştığım çeviri kitapların yazarları gibi. Şimdi yeniden yüklenmek lazım ya da vedalaşmak galiba en zoru vedalaşmak!

Perşembe

Büyük Kudüs Mitingi’nin üzerinden 40 yıldan fazla geçmiş. Israil’in Kudüs’ü başkent ilan etmesinin ardından Konya’ da MSP tarafından tertip edilen miting ve 12 Eylül darbesi, siyasi yasaklar ve MSP’nin kapatılması. Aradan gecen zaman içerisinde gelinen noktada insanın en çok mahcubiyeti artıyor. Her gün biraz daha insanlığından utanır hale geliyor. Yaşadığı her şey bir anda anlamını yitiriyor. Her gün bombardıman altında hayatını kaybeden çocuklar ekranlara rakam olarak düşüyor ama gönle kor gibi. Bir avuç insanı tamamen yok etmek için onların umudunu yok etmek için en çok da bebekleri katlediyor. 70 yıldır yok edemedikleri umudu yok etmek için bütün bu vahşet. Hastaneler, okullar, ambulanslar, camiler, kiliseler bile güvenli değil. Güvenli olan hiçbir şey yok. Bütün dünya hep birlikte bir soykırıma tanıklık ediyoruz. Herkes sağır, dilsiz ve kor. Yöneticilerin politik tutumları, Batı’nın iki yüzlülüğü değil yüzsüzlüğünün tescilli hale gelişi hiçbiri yaşanılan acıyı azaltmıyor, gerekçelendirmiyor. Artık ama diyerek başlayacak cümlelere yer yok. Başımız öne eğildi, çocuklarımızın yüzüne bakmakta zorlanıyoruz. Günlük mecburiyetler dışında adım atacak mecal kalmadı. Haykırmak ağız dolusu haykırmak! Bu böyle bir boş vermişlik hali değil elbette lakin bir hissiyatın açıklanması olabilir. Londra’da eşi görülmemiş bir insan seli akıyor köprünün üstünden, insan olduklarını ve bu insanlık dışı durumun durması için yürüyor on binler. Yahudiler, Kongre binasını ( ABD) basıyor. Artık hiçbir yalan bu acının sertliği karşısında vücut bulamıyor. Ama hiçbir şeyi değiştirememek de derin bir acı, burukluk bırakıyor en derine… Hiçbir analiz, hiçbir yorum hiçbir yere denk düşmüyor, artık kelimeler kifayetsiz, söylemler yersiz. Ekmek almak için yürürken eşimi (başörtüsünden dolayı) çevirip, üzüntülerini, mahcubiyetlerini ve gözyaşlarını, dualarını paylaşıyor insanlar. Düğüm düğüm bir boğazdan ekmek de geçmiyor. Sadece yaşama ritüeli hepsi. Pakistanlı çocuklar çeviriyor etrafımı, hepsinin gençlik enerjisi sanki çekilmiş. Kırgınlar. Hakkı ve sabrı tavsiye ediyoruz birbirimize. Allah’ın rahmetinin bize rağmen gelmesi için dua ediyoruz. Aklıma en çok Akif’in mısraları geliyor: 'İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım? '(A’râf 155)

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? / Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! / 'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında / Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında

Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm; / Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i / En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i

Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın / Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın

Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta / Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?

Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş'al-i vahdet / Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman / Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin / Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakim'in?

İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet? / Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? / Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ

Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm / Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?”

Şiirin mısraları akıp gittikçe ne zalimin zalimliği değişiyor ne de mazlumun mazlumluğu… Sanki zulüm kıtalar dolaşıp duruyor. İçimiz dışımız kuruyor. Varsa, bulabiliyorsanız kendinizde bir hoşluk, efendim yine de hoşça bakın zatınıza…