“Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime

Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare

Adam akıllı yorulmuşum

Ellerin böyle olmamalıydı

Ellerine acıyorum

Ve kim bilir kaç zamandan beridir kalbimi öğütlüyorum

Durup durup ıssız yerlerde

“güçlü ol ey kalbim, güçlü ol

Daha çok işimiz var” diyorum” (Dilaver Cebeci/Sitare)

*

“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, hatalarınızın) birçoğunu da affeder.” (Şûra Suresi, 42/30)

“De ki: Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey isabet etmez, O bizim mevlâmızdır ve müminler onun için yalnız Allah’a mütevekkil olsunlar.” (Tevbe Suresi 9/51)

“İnsanlar yalnız ‘inandık’ demekle, hiç imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût, 29/2.)

*

“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

*

Salı

“Ankara Sıkıntısı”

“Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere

Şimdi dağlarında mor sümbül vardır

Ormanlar koynunda bir serin dere

Dikenler içinde sarı gül vardır”

(Rıza Tevfik Bölükbaşı)

Galiba Zeki’nin filminde geçiyor bu tabir. NBC’nin, “Mayıs Sıkıntısı” filmine bir gönderme olduğu konusunda birtakım konuşmalar devam ede gelir ama bu ikisi ile de ilintili değil. Yine gri puslu bir Ankara akşam üzeri, üst geçitten tıkanan trafiğe, yol kenarında korkuluk gibi şehri saran gökdelenlere, yorgun insanlara bakıyorum. Sanki hepsinin içinde bir hakkı yenmişlik, bir eksik kalmışlık daha doğrusu bir tamamlanamamışlık hissi var. Sanki her şeyi yapıp da hiçbir şeye layık görülmemiş insanların acısı var gözlerinde. Bazıları ise sanki her şeyi kendisi yönetiyormuş gibi yarı tanrılık iddiası ile geziniyor koca şehirde. Herkesin dayısı, herkesin hamisi ama aslında kendine bile faydası olmayan cüce insanlar. Belki de bu şehre sıkıntıyı veren bu tiplerdir. Bir de taşradan koşup gelip onun bunun sıradan egosuna ateş verenlerin negatif elektriği karışıyordur gökyüzüne, kim bilir!

Ankara gelmelerin, gitmelerin beklemelerin şehri. Karakter koyma zamanlarında koyamayanların, korkularını maske edenlerin şehri… Her gün aynı kabusa razı olanların, başka bir ihtimalin mümkünlüğünü düşünemeyenlerin, hayal kurmak şöyle dursun menfaatini ideal belleyenlerin sıkıntısı. Hevesleri hiç bitmeyenlerin hırsları gibi sıkışan trafik.Üstelik her yamukluğa bir kılıf uydurabilenlerin bunaltısı var havada… Bu kadar bunaltı içerisinde gitmek için yeterince hüzün, kalmak için hiç umut yok. Yolu tükenmişlik hali, Ankara sıkıntısı.

Çarşamba

Kalıcı kim?

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”

                                                      (Fuzûlî)

Lorenzo Medici, Bandelli, X Leo

Bu isimler; yaşam tarzı topluma aykırı olduğu gerekçesiyle, sınırdaşı etmek isteyen hükümdarın, eli yavaş olduğu bahanesiyle işten çıkarmak isteyen patronunun, kadavralar üzerinde çalışma yapmasını yasaklayan dönemin Papa’sının isimleri.

Hepsi yaşadığı dönemde Leonardo Da Vinci’den daha güçlü (kat ve kat). İsteseler bir emirleri ile onun kellesini alabilirlerdi. Ama hiçbirini tanımıyoruz. Elbette bize bunu da yanlış öğrettiler. Sahip olduğumuz, güçlü olduğumuz tükettiğimiz kadar değil, ancak ürettiğimiz kadar yaşarız. Üretmek üretmek, ürettiğin kadar varsın.

İyi insanların başkalarının övgüsüne, cesaretlendirmelerine ihtiyacı yoktur. Çünkü iyi düşünen, iyi bir şey yapan insanlar yaptıklarının iyi olduğunu, neye tekabül ettiğini bilirler. Bir usta ne yaptığını bilir. Nuh Usta’nın dediği gibi; “usta, elinden ve elinin emeğinden emin olan kişidir.” Hayatın ustaları bir bir yeryüzünden çekildiler. Geriye daha isin çırağı bile olamamış ama ustalık iddiasında bulunanlardan geçilmiyor. Çinlilerin deyimiyle; “eylem kolay, bilgi zordur.” Onun için insan ilk temel bilgisinden yoksun bir şekilde atılıyor meydana. Haddini bilmek yani nefsini… Onun için nefsini bilemediğinden yanılgılarına methiyeler düzüyor.  “Uyan Karacaoğlan gafletten uyan / Atına binip de kargına dayan / Ölümden korkup da sonunu sayan / Ölür gider yâr koynuna giremez” der, Karacaoğlan.

Perşembe

Okuma Notları

“İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başınıza gelmiş olan şeyler ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey var olduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum. Yaşlı teyzem, sonu gelmez akşamlarda fal açıp dururdu. Duygularımı anlattığım bu itiraflar da benim fallarım. Gelecekten haber almak için iskambillerden medet umanlar gibi yorumluyor değilim onları. Kulak da vermiyorum yazdıklarıma, çünkü fallarda, kâğıtların yalnız başlarına hiçbir değeri yoktur. Rengârenk bir yumak gibi kendimi açıyorum ya da çocukların ipleri açık parmaklarına dolayıp sonra da elden ele geçirdikleri ip oyununu oynuyorum kendimle. Dikkat ettiğim tek şey, başparmağın altına denk gelen düğümü kaçırmamak. Sonra ellerimi ters çeviriyorum ve ortaya yeni bir şekil çıkıyor. Arkasından yeniden başlıyorum.” (…) “Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir. Bununla birlikte, ömür süresince zihnimiz özgürdür ve b tün beyaz atlı prensler, ucu kancalı fildişi tığla iki ilme atımı süresince, kendi büyülü bahçelerinde gezinebilen varlıklarla yapılan tığ işi... Aralıklar... Hiçbir şey...” (Huzursuzluğun Kitabi/Fernando Pessoa)

*

“Yeni medya araçları tarafından yayımlanan programlar, alıcının tepkilerini (…) kendine özgü bir şekilde kısıtlar. Seyirciyi dinleyen ve seyreden olarak büyüler ama aynı zamanda onun elinden ‘erginlik’in (mundigkeit) gerektirdiği mesafeyi, yani konuşabilme ve reddetme imkânını da alırlar. Okuyan bir kitlenin akil yürütmesi, yerini eğilimsel olarak tüketiciler arasında ‘beğeni’ ve ‘tercih alışverişi’ne bırakır (…). Kitle iletişim araçlarının yarattığı dünya yalnızca görünüşte kamusaldır.” (Byung Chul-Han-Enfokrasi)

Hoşça bakın zatınıza…