Tarih, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dalları yanında din ve ahlak konusunda ortaya konulan metinlerde de insanın hem bireysel, hem toplumsal hayatının düzenlenmesi ve yönetilmesi hususunda zengin, ayrıntılı bilgi birikimiyle karşılaşmaktayız. Bütün bunlardan çıkartılan bir takım ortak kanaatler, görüşler ve düşünceler bulunmaktadır. Sözgelimi insan, maddi ve manevi yaşayışı bakımından, diğer bazı canlılardan farklı olarak, tek başına hayatını sürdüremeyen bir varlık olarak tanımlanır. İbn Tufeyl’in “Hayy İbn Yakzan”ı, Daniel de Foe’nun  “Robenson Crueso”sunda insanın tek başına yaşama imkânsızlığı, mefhum-u muhalifinden açıklanmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla insan, ancak toplum halinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Bu olguyu düşünce bağlamında Platon’un “Devlet”inde, farklı biçimde olsa da İbn Haldun’un “Mukaddime”sinde, Rousseau’un başta “Toplum Sözleşmesi” olmak üzere diğer eserlerinde değişik boyutlarda ele alınıp irdelendiği görülmektedir.

İnsanın toplum halinde yaşamak zorunluluğu, onu toplum olmaya yönlendirirken, yeni bir takım sorunlar ile de baş başa bırakmaktadır. Öncelikle toplum halinde yaşamaya başladığı andan itibaren, hayatını, dolayısıyla düşünce ve davranışlarını bir takım kurallar çerçevesinde icra etmek durumuyla karşılaşmaktadır. Bu kuralları dini, ahlaki, hukuki veya örfi şeklinde nitelendirmemiz, soyut anlamda “kural”ın varlık gereğini ortadan kaldırmamaktadır. Ancak bu kuralın içeriğinin ve niteliğinin kabul edilmesinin veya edilmemesinin, insanın ve toplumun hayatının farklı anlamlar kazanıp kazanmamasıyla ilişkili olduğu söylenmelidir. Elbette kuralın içeriği hem insanın, hem de toplumun ayırt edici niteliğini de ortaya koyucu bir önem ve anlama sahip olabileceği burada belirtilmelidir.

Toplum halinde yaşamanın meydana çıkardığı sorunlardan birisi, aynı zamanda en önemli ve yerine göre belirleyici olanı “yönetim” sorunudur. Çünkü yönetim olgusu ancak iki tarafın varlığını zorunlu kılmaktadır. Hangi niteliğe sahip olursa olsun, gelişmiş veya geri kalmış, zengin veya yoksul, eğitimli veya eğitimsiz, tarım veya sanayi şeklinde faaliyet göstersin, her toplumda bir yönetici, bir de yönetilen taraf mutlaka ortaya çıkmaktadır.

İşte yönetim olgusunun şekli burada, insan olarak bireyi olduğu kadar, insan toplumunu da doğrudan ve derinden etkilemektedir. Onun için yönetim şeklinin ne olması gerektiği üzerinde düşünürlerin yanında sanatçıların, yöneten ve yönetilenlerin düşünmeleri, farklı görüşler ileri sürmeleri, gerektiğinde mücadeleye girişmeleri doğal karşılanmalıdır. Çünkü yönetim olgusu, insanın ve toplumun maddi ve manevi hayatını kuran, geliştiren, koruyan ve ona anlam katan bir öneme ve anlama sahiptir.

Bu anlamların, aynı zamanda değerlerin toplandığı odak özgürlük olarak nitelenebilir. Öyleyse, yönetimleri hangi ölçütü esas alırsak alalım, ortaya çıkan yönetim tipini veya şeklini, işte bu özgürlük anlam ve değeri bağlamında irdelememiz, dolayısıyla değerlendirmemiz yerinde olacaktır. Farklı değişkenlere başvurularak yapılacak yönetim şekli, bir başka ifadeyle siyasal rejim türü, insan ve toplum bakımından onun sahip olduğu veya sahip olması gereken özgürlüğü ne ölçüde sağlamaktadır? Bu soru, siyasi rejim türlerinin mahiyet ve nitelikleri çerçevesinde irdelendiğinde “demokrasi” olarak nitelenen türün belirgin tarzda uygun olduğu şeklinde görüşlerin ileri sürüldüğünü göstermektedir.

Göstermektedir, ama özgürlük algı ve kavrayışı, gerçekten bu siyasi rejim türünde istenilen ölçüde gerçekleşmekte midir? Görüşler ve uygulamalar çerçevesinde tartışmaya açık bir alan söz konusudur burada.