Evinizde bulgur varsa

“Bu iktidardan pek çok beklentimiz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem.”

(AKP iktidarının fetvacısı ve bizim de zaman zaman ve kendi ifadelerine dayandırarak “Sacayağı Hücresi”nin 3 No’lu ayağı diye tanımladığımız ilahiyatçı Hayrettin Karaman...) Tam iki yıl önceki bir yazımızın bir paragrafıdır bu anlatım. (Bakınız Millî Gazete – 28 Eylül 2019 – Sacayağında Bir Karaadam.)

Girişe aldığımız virgüllerin dans ettiği o twit cümlesi işte bu Hayrettin Karaman’ın, medyada tartışılan savunmasının çekirdek kısmı.

Bir kez daha tanıtıyoruz onu; rahmetli M. Şevket Eygi ağabeyin gazetecilik dehası ile Büyük Gazetesi’nde 1977 aylarında kayda aldırdığı üstad Ahmet Davutoğlu Hoca’nın kahırlı açıklamalarının aydınlığında.

Bir yıl ağır hapis ve dört ay sürgün cezası almayı göze alarak müftüler toplantısında “Nikah” üzerine yaptığı konuşmanın zıddı fikirler beyan eden H.Karaman’a itirazı, isyanı ve savaşı var Ahmet Davutoğlu Hoca’nın. Diyor ki:

“Biz yalan söylemişiz. Doğrusunu Hayrettin Efendi bilirmiş. YAZIKLAR OLSUN!

Açık söyleyeyim. İstanbul’da açılan ilk yüksek İslam Enstitüsü’nün açılış ve devamında karınca kaderince hayli hizmet ve gayretim geçmiştir.

Eğer böyle olacağını bilse idim o Enstitü’nün hocalığını kabul etmez; bilakis açılmamasına çalışırdım. Ama istikbali Allahü Zülcelal biliyor.

Öyle ya kim derdi ki kendi elimizle Ehl-i Sünnet ve’l cemaate muhalif hatta düşman adamlar yetiştirecekmişiz.”(Büyük Gazete-1977)

Millî Gazete’mizin 27 Eylül 2021 Pazartesi günkü nüshasında yazarımız Siyami Akyel’in yazısından ilgili cümleyi buraya alırsak, Davutoğlu Hoca’mızı biraz daha tanıtmış oluruz.

“Şimdi o Fakültenin (İslam Enstitüsü) dünyalığını tepe tepe kullanan öğretim üyeleri, bu ilk üyeleri, bu ilk sahibi Kemal Edip Kürkçüoğlu’nu ve ikincisini Ahmet Davutoğlu’nu unuttu ve unutturdu.”

Fakültede görevli iken okuttuklarına, ders anlatırken “Anahtarla olmaz” sokuşturmaları yapmakla ünlenmiş H.Karaman, gelen yıllarda F.G.’nin peşinde Abantlarda diyalog tevbeleri yaptıran H.Karaman, onun tv kanalına aile boyu çöreklenerek torunlarıyla naklen yayınlarda görüşen H.Karaman, F.G. cemaatine hizmeti canına minnet bilen H.Karaman, bugün beyninde yanan “ampül” ışığıyla “Aydınlık”cılık yarışında.

Bu girizgah klinik vak’a bir tartışmadaki tezler ve savunmaları imha hareketimize ön hazırlığımızdır. Kendi kelimelerinden imal ettik güllelerimizi.

“Bu iktidardan pek çok beklentimiz gerçekleşti.”

Pek çok’un adı nedir? Neyi bekliyordunuz, ne oldu?

Açlık sınırının altında asgari ücretimiz olsun beklentiniz mi vardı?

Adalet peşinde koşan binlerce insanımız olsun, yurdu hapishanelerle donatalım ve hepsini de olduralım beklentimiz mi vardı?

Parsel parsel satan belediye başkanlarımız olsun, ne istedilerse versin bir kısmı da, hangi seçimin vaadiydi.

Bakan çocuklarına para sayma makinaları, kurtlara kuyruk ısmarladığınız da tarihe yazıldı.

Gerçekleşen beklentilerinize ‘’Helallik isteme’’leriniz de dahil mi? 

Soru çok ama, bu kadarıyla mesela dedik.

“Camiayı hayretle izliyorum.”

F.G. cemaatini bir zamanlar aşkla, şevkle izleyen acaba şimdi ne yapıyor, merakındaki takipçilerine, beraber yol yürüdüklerine, şarkılar söylediklerine de açıklama saydık bu kısmı.

“Bak demedi, demeyin!”

Tehdide bakın, tehdide! Davulunu tokmaklarken “Duyduk, duymadık demeyin!” diye bağıran Padişah tellalı sanki beyimiz.

“Dimyat’a giderken, evdeki bulgurdan olursunuz!”

Buğday dışarıdan, arpa dışarıdan, mercimek dışarıdan, nohut dışarıdan, saman dışarıdan, yem dışarıdan... Amma velakin evlerinizde bulgur var diyor efendi, garantili istihbarat raporu cebindeymiş gibi. Neyimiz var, neyimiz yok biliyor; bulgurdan başka alınacak bir mal varlığımızın olmadığını da.

Bize bu ülkeyi bırakan atalarımızdan çok duydu Milli Şef yıllarındaki benzer, eşdeğer, paralel uygulamaları benim neslim.  Bakalım birinden aklımda neler kalmış.

Yabandaki bir harmancıyı basar vergiciler. Maksat üründen vergi almaktır. İki çuval samandan başka görünürde bir şey yok. Ha bir de kararan ocaktaki pilav tenceresindeki artık vardır. Bu pilavın bulguru nerde diye sorarlar. Köylümüz bir şair gibi cevaplar. Yaz kış çalıştım durmadan / Çocuk görmeden, eve varmadan / Bir pilav pişirdim eski yarmadan / Başıma vergiciler üşüştü!

“İktidara zarar verecekse”

Her uyarıyı, ikazı, yol göstermeyi, hatırlatmayı zararlı görmek, zarar verecek bilmek ve sanmak... Bu nasıl bir ruhsal sendromdur; korku var içinde, zan var, kötü niyet var, inanç eksikliği var, var oğlu var.

İktidar zarar verilecekler listesinde olmayacağına göre, sıralamada kimler olacak? Evlerinde sadece bulguru tutabilmiş olanlar mı?

“Haksızlık ve yanlışlardan şikayet” yasak hemşerim. Öyle mi? Onun için mi kurtların, kuşların su içtiği göller tarumar edilirken, içi hayvan dolu ormanlar yakılıp otel arazisi yapılırken sesiniz hiç çıkmadı ey kendisine hoca sıfatı verenler?

“Doğruları söylemek caizdir diyemem.”

Doğruları, hakikatı, yaşanan yanlışları, günahları söylememek mi caizdir?

28 Şubat gazetecisi Reha Muhtar faal olsaydı, “Hırsızlık yapmadım. Görevi kötüye kullandım” diyen AKP’nin ünlü bakanına canlı yayında şöyle sorardı: Tecavüz var mı tecavüz? Görevi kötüye kullanmak, bu soruyu içinde barındırmaz mı? Kaç yürek yaktın, kaç ocak söndürdün, sorularını da çağrıştırmaz mı, aferin istermiş gibi yapılan bu AKP’li itirafları?

Diyemedikleri bunlarsa, bir de dediklerine bakalım.

Bin yıl katlanmış dünya 20 yılda isyan mı olur

Politik arenada olabilen ve hoş görülen durumlar vardır. Politikacı konuşur, beyanat verir, yapacaklarını söyler. Muhataplar hayret ve şaşkınlıkla yüksek bir “Aaaa!” çekerlerse, hemen devreye danışmanları veya beslemeleri girer ve onlar yapılan açıklamayı, bir daha açıklamaya çalışırlar: “Sayın liderimiz öyle derken, şöyle demek istemiştir. Onu söylerken, bunu kastetmiştir.’’

Sıfatı ilahiyat profesörü olan da ertesi günlerde musahhihlik yapıyor kendi beyanatlarına; dedim, dedi başlıkları altında.

“Eksiklikler, aksaklıklar, suiistimaller nefse mağlup olmalar, mal-kadın-mevki imtihanını kaybetmeler, haram-helal demeden zengin olmalar... Yirmi yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var!”

Günahların ve yasakların kayıtçısı ve bin yıldan fazlasını bilen tarihçisi sıfatına soyunmuş şimdi de sayın H.Karaman.

Bu mudur kurtlu bulgurla yaşamaya itilenlere düşen teselli hakkı.

Savundukları, biz iktidara geldiğimizde, –bu sıralananları sayıp– bunlar olacak, yirmi yıl kalsak da olacak, diyerek mi oy istemişlerdi, bulgurlarını da kaybetmeye aday saydığın o insanlardan, ey sayın H.Karaman?

Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi yılını önemsedikten sonra neden bin yıl öteye gidiliyor? Mesela bu ülkede otuz yıl, kırk yıl, elli yıl önce o sayılan fiilleri işleyen politikacıları ve partileri ne yaparlardı, bilmez misin? Halbuki Cumhuriyetimizden dokuz yaş küçüksün. Böyle savunmalar yazmayı mı hayal etmiştin ahir ömründe?

Yolsuzluklar, suiistimaller, soygunlar denince insanın aklına geçen asırda yaşadığımız seçim öncesi fıkralar geliyor. Rauf Tamer’den ve onun üslubundaki çoğu yazarın kaleminden oduduk. Anlatalım: Yeni aday üç küple çıkmış meydana. Beni seçin, bunları doldurduğum gün çalmayı, çırpmayı bırakacağım.

Halk, üç küp ne zaman dolar hesabı yapadursun, eski seçilmiş de üç küple görünmüş. Bakın demiş. Üç küple geldim ben de. İkisi gördüğünüz gibi tam dolu. Bu boş olan dolduğu gün, ben de bırakacağım sizi soymayı. Bulgurlarınız size kalacak. Tercih sizin!

“Daha sağlam bir gemi bulmadan denizin ortasında çürümüş dedikleri ama kendilerini az çok değerleri ile taşıyan gemilerini batıranlar geçmişi, hali ve geleceği hâmil olarak batarlar.”

Gemiden kastını keşke açık söyleseydi. AKP midir, Türkiye midir örneğin hedefi? AKP ise, AP, DYP, ve ANAP’ın batmalarından sonra sefere konmuştu, hatırlatırız. Hatta DP gemisini, RP gemisini ihtilal yollarıyla batırdı isek, bunca tecrübeden sonra şikayet ve tehdit nedendir?

‘’Unutmayalım; bu ülke yalnız bize ait değil.’’ dediği Türkiye ise kastı, ülkemizi batan gemi göstererek gençliğimizi elimizden alanın dizinin dibindekinin eğitiminden, bugünün iktidarına bu kalmış der, geçeriz. Zira biz tencereyi de biliriz, kapağı da.

Daha sağlam bir gemi nerden bulunacaktır? Araba filosuyla kapısına vardığımız “Dostum Biden” üretemiyorsa… (Tek umutları o yanda olanlar için söylüyoruz bunu.)

“Kendilerini az çok değerleri ile taşıyan gemilerini...”

Az çok değerden bulguru anlamak mümkün. Yani hem siz, hem bulgurunuz.

Benzer söylemi geçen asrın çoğu siyasetçileri de kayıtlara geçirtmişlerdi.

“Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık!”

Sokakta bulmadık tehdidinden, gemi battı, batacak ha, korkutmasına erdik yirmi yılın sonunda.

“Çürümüş gemiyi batırmadan, bir yandan onun korsanlara yem etmemeye çalışırken diğer yandan da daha sağlam bir gemi yapmaya çalışanlara ya da mevcut gemiyi düzeltmeye/yenilemeye çalışanlara selam olsun.”

2021 yılının Eylül Türkiye’sinde gemi, çürük gemi, korsan gibi hiç kullanılmamış kelimelerle mevcut siyaseti izaha çalışmanın bir sebebi olmalı. Acaba “Reis” sıfatının çağrışımı mı, yoksa biz böyle överiz, bilgiçliğinden mi?

“(Kurtlu bulguru) Yemeyince açlıktan öleceksem daha temizini buluncaya kadar yerdim.”

Halka verdikleri öğüt bu. İçinde belki porsiyonlarınızı küçültün tavsiyesi de vardır. Daha ne olsun?

Kabullerini, rızalarını sakladıkları ise şu: Daha temizini buluncaya kadar...

Aramak yasaksa, aranacak yerler tarumar edilmişse... Neyse, yetsin gayri yahut “Artık yeter.”

İmparatorluğumuzu “Hasta Adam”a benzetenlerin, ülkemizi yahut yöneten dominant partiyi “Çürük Gemi”ye benzeten hayranlarına karşı çıkan,mücadele eden yiğitlerimize selam olsun!

(Not: Mizah dünyamızın bir dizisinin kahramanını hatırlatacağım. Yaptıklarından, ettiklerinden, konuştuklarından dolayı kendisini savunurken klişe bir cümlesi vardı hani. “Yaptım evet ama, bir sorun niye yaptım?” Aynı cevabı mevzubahis ettiğimiz ünlü de verse, akıllara dosyalar, tapeler gelir mi? Hayır, hayır o ihtimal benim aklımın ucundan bile geçmez; karıştırmayın. Zira biz emtiamızı biliriz!)

DÜNYA MUHACİRLERİYİZ

Ben “muhacir” demeyi tercih ederim;

“Göçmen” biraz plastik kokuludur. Yazdığımız muhacir hikayelerine bir eklememiz daha
var bugün.

“Kubbealtı”ndaki kültür eylemlerinde tanıdığım, edebiyatımıza “Ay veren” Semiha Ayverdi’nin “Hay Gidi Günler Hey” kitabından alınmış bir paragrafın sosyal medyada paylaşıldığını görünce, 75 yıl önce rahmetli Necip Fazıl Üstadın Büyük Doğu’sunda önemine binaen yayımlayıp bize ulaştırdığı bir

Reşat Ekrem Koçu yazısını, “çürük gemi” masalcılarına karşı sunmak istedim.
Anlatımdaki “Pehlivan”lığa da dikkat diyorum. Futbolculuğu üçüncü sınıf ecnebilerden takımlarımızı şampiyon yapsın ricasında olmamız topyekün, muhacirlerimize o yanlış bakışlardan kaynaklı mıdır acaba?

Rumeli, Kafkasya, Irak, Suriye, Afganistan; ne farkeder, diyecek ve onların hikayelerini yazacak kalemlerimizi, görevini kötüye kullananların yok etmesine sessiz kalmamızdır beni haykırışlara sevk eden. Anlatabiliyor muyum?

“Balkan harbi sırasında İstanbul’a akan muhacir kafileleri onların neslinde öylesin menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan başka gidecek yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muhabere bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlense’ diyorlardı.” (Samiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey, s. 83)

“Hasan ve Hüseyin, iki kardeş... Babaları Ahmet Pehlivan Rumeli’nin Doksanüç muhacirlerinden... Gazhanede yerleşmiş, arabacılık işini tutmuştu. Anaları, iki oğlunu, pehlivan olsunlar diye emzirmişti. Baba da onları aynı aşk ile bakıp büyütmüştü. Hasan ve Hüseyin, “Güneşe, ya doğ ya doğayım!” diyen iki tüvâna nevcivan oldular. Hasan güreşmedi; fakat “Türk kadar kuvvetli” sözünün muhteşem bir timsali oldu. Yirmi beş yıllık bir hatıra: Bir gün Göztepe fırınına arabasiyle un getirir. Fırın uşakları çuvalları taşırken ayaklarını ağır alırlar. Hasan: “Ayağınızı çabuk alın be!” diye çıkışınca, hamurkârlardan biri: “Doksan okkalık çuval bu!” cevabıın verecek olur. Hasan hemen arabadan atlar; bir çuval bir koltuğuna, bir çuval öbür koltuğuna, bir çuval da sırtına alır: “Bin ulan sen de üstüne!”
deyip koca hamurkârı da çuvalın üstüne bindirir. Ve onbeş yirmi basamak merdiveni bir solukta çıkar.
Küçükleri Hüseyin ise, pehlivanlar arasında büyük bir şöhret oldu. Kumral bıyıklı, gayet güzel bir yiğit... Çeyrek asır sırtı yere gelmedi. Sonra, evlendi, güreşten çekildi. Gazhanede güzel bir evi vardı.

Piyasada dört arabası koşulurdu. Kanaat ve iffet ile gül gibi yaşardı. Bundan dört, beş ay evvel, karısı, ocağa bâzı lüzumsuz kâğıtlar atmış... Meğer, bu kâğıtların arasında pehlivanın –rivayete göre– iki bin lira kadar bir nakidi varmış... Kadıncağız dalgınlığının farkına varınca aklını oynatmış... Hayatından ümit kesilmiş...

Bir gece kadın ağırlaşmış... Başucundan ayrılmayan sadık kocası Hüseyin pehlivan duvardan Mushaf kesesini indirip Kitabımızdan “Yâsinî Şerif”i okurken başını karısının durmak üzere bulunan kalbi üzerine koymuş ve ondan birkaç saniye evvel ruhunu teslim etmiş...’’R.E.K.’’