Deş-me bağrını kardeş

Bu ülkede yaşanmışıyla başlayalım yazımıza. Harf inkılabının yapıldığı sıralarda İstanbul’da geçer olayımız.

O günlerde yurtiçi gezileri bile özel izne bağlı idi. Mahalli idarelere müracaatla, gezi ruhsatı almak gerekiyordu.

Günün birinde bu işle ilgili memurun karşısına bir vatandaş çıkar:

- Efendim, Cide’ye gitmek istiyorum, der.

Müracaatcıya iki saat sonra gelmesini söyleyen memur kitaplar karıştırır; Cide dediğin dört harf… Yeni harflerle yazılış şeklini bulup, izin kağıdına yazar, vatandaşın eline tutuşturur.

Az sonra başka bir vatandaş damlayıp:

- Mamüratülaziz’e gideceğini, der ve bir izin kağıdı da o ister.

Memur bakarki, Mamüratülaziz’i yeni harflerle yazmak çok zor. İçinden çıkamayacak:

- Arkadaş, der. Cide’ye gidermisin Cide’ye Bak o hazır. Ama Mamüratülaziz’e ömrün boyunca gidemezsin. Çünkü nasıl yazılacağını bilmiyorum.

Nerden mi aklımıza geldi bu anektod. Bu ülkenin içinde dolaşmak üstüne ruhsatlı/vizeli yazıların bir daha yazıldığını okuyunca/görünce..

Ölmek-bölmek fiilleri çıkar hesaplarının malzemesi olunca, pasaport penceresinden yorum atmış Engin Ardıç. (Sabah Gazetesi / Yaşasın Çıkar İlişkileri – 29 Mart 2013)

“Hiçbir Kürt, İstanbul’da oturan akrabalarının yanına pasaport alarak, belki de TC’nin Diyarbakır Konsolosluğu’ndan vize alarak gelmek ve üç ay sonra da dönmek zorunda kalmak istemeyecektir.”

İlişkileri “Kardeşlik” üstüne olanların aklına düşer mi hiç böyle ihtimaller Hayır!

2007 yılının seçimlerine 48 saatten az bir süre kaldığında, bir tv kanalı rahmetli Erbakan Hoca’mızla röportaj yapıyordu.

Son sorusu şöyle idi röportaja görevli gazetecinin.

- Seçimlere az bir zaman kaldı. Siz ne umuyorsunuz Nasıl bir netice bekliyorsunuz

Herkes yüzdeli ve parçalı döküm bekleyedursun, Hoca’mızın hesabı birlik üstüne, kardeşlik üstüne.. Hemen yan duvardaki Türkiye haritasını gösterdi sağ elinin işaret parmağı ile:

- Bu nedir

Cevabı da kendisi verdi:

- Türkiye haritasıdır. Şimdi herkes bu haritaya iyi baksın. Ve herkes şunu iyi bilsin: Biz buradan bir tek çakıl taşını vermeyiz!

Rahmetli Hoca’mız bunları söylerken işaret parmağı ileriye doğru idi ve sallıyordu.

Bir teki dahi verilmeyecek olan o çakıl taşlarının sorumluluğunu, rahmetli Hoca’mız kime yüklemişti, biliyor musunuz

- Yetmiş milyonu ile kardeş olan bu ülkenin çocuklarına.

O gece çok rahat uyuduğumu hatırlıyorum.

Mezar taşlarını koyun mu sandın

Başka politikacılar da çok kez kullanmıştır 70 milyonun kardeşliğini. Lakin vurmayı ve ölmeyi sıraya koyduktan sonra nasıl olacak bu

Tüm kazançlarınız vurmak ve ölmek üstüne mi

1979 yılının içinde bir gün. Vatan Caddesi’nin Edirnekapı başından bir yürüyüş kolu geliyor, bağıra-çağıra.

- Şehidler ölmez! Hesap sorulacak!

Aksaray meydanında bekledim. Yaşanan o günün tüm teferruatından haberdar olmak istiyorum. Bu ikindi vakti caddelerden taşan protestocu genç kalabalığından kaç kişi gelecek, yarın Gülhane’deki morg binasından cenaze almaya Çok sakin olurdu oralar, bilirim.

Yürüyüş kolu Aksaray’a ulaştığında, Muratpaşa Camiinin ordan başlayan çözülme bir dağınıklığa dönüşmesin mi

Ölen bizden değilmiş! Yayılan söylenti bu.

Vur de vuralım, öl de ölelim!

Bursa meydanı böyle inlerken, benim gözümün önüne o son vatan caddesi yürüyüşü geldi.

- Dur dur ölme! Ölmeyelim!

- Ne oldu, tam da ölmeye konsantre olmuştum.

- Daha sırası gelmemiş. Gelen sıra başka sıra imiş.

- Yani dolmuş sırası mı gelmiş

Sıra sıra olmuş insanlar. Diktatörlerini dinliyorlar. En iyi diktatör onların diktatörü. Çünkü o biliyor neyin sırasının ne zaman geleceğini. Konuşma sırası onun. Dinleme sırası diğer insanların.

- Hapşuuu!

Hapşırma sırası diye bir sıra yok. Diktatör konuşmasının orta yerinde ve sırasız hapşurulmasını dikkate alıyor.

- Kim hapşırdı

Cevap yok.

Beklenen an, diktatörün sıraları söylemesi

- Birinci sıra

Tak, tak, takır, tukur..

Aynı soru tekrar.

- Kim hapşurdu

Sıraların numarası diktatörün ezberinde.

- İkinci sıra,

- Üçüncü sıra

Derken, bir yaşlı adam seslenir.

- Ben hapşırdım, efendim.

Diktatör nazik insan.

- Çok yaşa ihtiyar!

Bir ihtiyar mıdır yaşayan Kilometrekareye düşen birkaç kişi kendi aralarında konuşuyorlar. Maksat tanışalım, arkadaş olalım, dost olalım, komşu olalım.

- Ben mi Ben sırası geldiğinde ölecek olanlardandım.

- Benim dedem de Almanya sırasını çok beklemiş.

- Ne dedin Kulağım ağır işitiyor benim.

Özürlü devletin özürü

Diyorlarki: İsrail özür diledi.

Caddelerde belediyelerin hazırladığı afişler, gazetelerde ağzı kulaklarında yazarlar; minnettarlıklarını ilan ediyorlar, haykırıyorlar.

Üç yıl once “Mavi Marmara”mıza saldırıp, dokuz canımızı şehid eden İsrail’den hesap sorma mı bu, yoksa İsrail’i büyütme harekatı mı

İlk defa özür diledi. Sadece biz özür dilettik.

Borçlu olduğu özrün hesabını üç yıldır mı yapıyormuş İsrail Hayır.

Seçilmesin diye kampanyalar yaptıkları Obama gelmiş, onları hukuk içine çekmeye çalışmış. Burada bizim ülkemizin takip ettiği politikadan ziyade, Obama karşısındaki mağlubiyetlerinden kaynaklanan ezikliğin yansımasıdır gördüğümüz.

İsrail, özür dilemesini bilmeyen küçük bir devletti. Özür dilemesi öğretilen ya da özür diletilen küçük bir devlet statüsüne getirildi.

Olan bu.

Odasına vardım kırbaç elinde

Kılıçdaroğlu ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü için mücadele edeceğiz, demiş.

Sormazlarsa, yanarım.

- Şimdiye kadar neyin mücadelesini ediyordunuz

Bağımsızlık ve bütünlük durup dururken nerden aklınıza geldi

Kılıçdaroğlu ve partisinin ne edeceğine elbette biz karışmayız. Lakin sormazsak, yanarım.

- İkna odalarıyla mı

Sarkozy şişman değil

AHİM, bir “Demirel kriteri’ bulmuş.

Yani kolaylamış işlerini:

Meseleyi baştan anlatalım: Fransızın biri kendi Cumhurbaşkanı Sarkozy’e diyorki: “Defol sefil herif!”

Tazminat kararına itiraz. Dava AHİM’de…

Adam haklı diyor AHİM. Tazminat haksız. Bakınız Demirel-Pakdemirli davası.

Bakalım: Demirel’in Özal’a söylediği “Yalancı, iftiracı, Çankaya’nın şişmanı” sıfatlarını Pakdemirli bey Demirel’e iade etmiş.

Karar: Pakdemirli tazminat ödesin. AHİM ise hayır, diyor. Sarkozy’e de bu “Hayır”ını örnekliyor. Sana da yok!

Aklım karıştı sayın seyirciler. İki olay, aynı olay mı

Defol, sefil herif, nere

Yalancı, iftiracı, Çankaya’nın şişmanı nere

Üstelik bizimkilere tazminatın ötesinde oy kazandırmadı mı bu kelimeler, hem Özal’a, hem Demirel’e

Ey eyelet ey

“Osmanlı’da eyalet vardı”demiş Başbakan Erdoğan; eyalet sisteminin tartışılmasını istediği beyanatında.

T. Özal ve Demirel’in iktidar günlerinde sürüp giden bir vilayet yapma yarışı vardı Türkiye’de.

Miting yaptıkları çok nüfuslu ilçe meydanlarında haykırıyorlardı:

- Bu şehri 95 numaralı vilayet yapacağım!

Neden biz 95 oluyoruz diye itiraz etmek gelmezdi o ilçelerin aklına. Çünkü numaraları dağıta dağıta gelmişlerdi. Hem sonra100’den sonraya kalsaydık daha mı iyi idi

Aman, önce bir vilayet olalım hele. Numaramızı sonra düşünürüz, diyen aceleciler herhalde biliyorlardı ne kazanacaklarını.

Geçti o devir. Vilayet oldularda ne oldular Bartın gibi şehirler protokol düşkünü, azarlamacı valilere sahip oldular!

AKP iktidarı “Büyükşehir” olmayı önemsetmeye çalıştı; imkanları abartarak.

Şurası da Büyükşehir oldu, burasıda Büyükşehir oldu… Kim yetişecek hızımıza

Ama yetmiyor, kesmiyor!

Yeni bir şey, yeni bir şey E,e,e, ey, ey, eyvah mı Hayır, hayır Eyalet!

Vilayetli politika günlerinden, Eyaletli politika günlerine geldik. İşte böyle!

Tarihte Mizah

İşin kestirmesi

Hasan Nüzhet Efendi; Süruri ve Üsküdarlı Talat gibi, tarih düşürmekle ün kazanmış bir şairdi. Bugün şairliği de kendisi de unutulmuştur; ancak şairliğinden daha kuvvetli olan bazı hicivleri vardır ki bunlar, unutulmaya terkedilemiyecek kadar güzeldirler.

Kavanoz Zade Ahmet Efendi adında birinin ölümüne yazdığı tarih mısrasında bile şakadan ayrılamayan ve:

“Kavanoz Zade kırıldı ramazandan evvel”

Çeşidinden mısraları bulunan Hasan Nüzhet Efendi, hazırcevaplığı ile de meşhurmuş. Bu konuda, Bursa’da memur bulunduğu yıllarla ilgili, birçok güzel anıları vardır.

Hasan Nüzhet Efendinin Bursa vilayet meclisi üyesi bulunduğu sıralarda, bu mecliste, dillerine her düşeni lekeleyen her meseleye kötü bir kulp takıp günlerini dedikodu ile geçiren bir sürü geveze üye daha varmış. Şair, bir gün bir kahveye girmiş; garsonun kendisine kırık kulplu bir fincanla kahve getirdiğini görünce:

- Evladım bu fincanları böyle kullanmaya ne lüzum var Demiş. Bunu al vilayet meclisine götür, orada ona derhal bir kulp takarlar..

O yıllarda Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa imiş. Halk, paşanın davranışlarına daha tam alışamamışken; ardından deli dolu bir defterdar, derken yine aynı kıratta bir de kadı tayin etmezler mi Bursalılar:

- Allah yardımcımız olsun; vali deli, defterdar deli, kadı deli! Yollu yanıp yakılmaya başlamışlar.

Bir gün jandarmaların, elleri kolları bağlı bir adamı, önlerine katıp götürdüklerini gören Hasan Nüzhet Efendi, onlara:

- Bu adam kimdir Onu nereye götürüyorsunuz

Diye sormuş. Jandarmaların “Delidir; tımarhaneye götürüyoruz” demeleri üzerine:

- Allah Allah!.. diye şaşmış. Vilayette yer mi kalmadı da tımarhaneye götürüyorsunuz Ona da önemli bir görev verin olsun, bitsin…

SİHİRLİ FORMÜLLER

Devlet sanki gelişme formülünü keşfetmiş;

Piyango toto gibi kumar çıkartıverip…

Devlet sanki istihdam formülünü keşfetmiş;

Hep bilet kupon gibi kumarcı kartı verip...

HORTUM VE MASA

Vücut kimyasını kökünden bozuyor,

Para, silah, koltuk gibi her kimyasal.

Mevzuat üstüne bir damlacık değse,

Yasal olmayan herşey oluyor yasal…

Ankara içinde bunlar kurarken kamp

Sermaye aynı, bir hortumla masaydı,

Yüz defa kalkınmış, işi bitirtmiştik;

Bunlar servetleri hortumlamasaydı!..

Ekrem Şama