Seçim kararı alındıktan sonra iktidar medyası aday adayları propagandasına girmişti hızlı bir şekilde. Gönlünden aday olmayı geçiren ya da aday olmasını istedikleri insanlarımızı bir bahane ile resimli haber malzemesi yaparak, oy stoklayacaklarına inanıyorlardı.

Şehadetinden bir ay önceki bir arkadaş sohbetinde, cesaretinin ulaşabileceği noktayı soranlara, “Sizin o boyutları tahmin etmeye hayal gücünüz yetmez” diyerek kitaplık çapta bir cevap veren Ömer Halisdemir’in kardeşini de böyle kullanmaları, hem de ün uydurdukları ve kamyonuna, bir kamyon para vererek, müzeye koymak için, (hangi müzeyse artık), satın aldıkları o kadının haberinin yanında kullanmaları, 15 Temmuz’da kanı dökülenlerin yakınlarını üzdüğü gibi bizim de içimizi acıttı.

15 Temmuz’dan sonraki bir tarihte, AA muhabirlerini kullanarak o kamyoncu kadını bulan, kamyonlu fotoğraflarını 15 Temmuz’a montajlayan, kamyonu devlete satın aldıran ve 15 Temmuz kahramanı sıfatı vererek maaş bağlatan bir reklam şirketinin, yaptıklarının yanına kâr kalacağını sanıp, Meclis’e gideceklere de müdahale hakkı olduğuna inanarak, aday adayı yapmaya kalkması malzeme elemanlarını, iktidarcıların geldikleri noktayı gösteren en önemli işaret taşıdır.

Teslimiyet medyasının böyle haberlerinin bir ikinci ve daha güçlü gerekçeleri hep vardır. Filanın kızı, filanın kardeşi öne çıkarmalarıyla örtmeye çalıştıkları, yıpranmışların, istenmeyenlerin oğullarının ve damatlarının müracaatlarıdır.

Kendisini oturttukları her makamda Refah Partisi insanlarını üzen, onların hak etmedikleri zanlarla suçlanmalarına ön ayak olan bir Ş.Yılmaz’ın oğlunun tekrar seçileceği bir sıra kapması, davul zurnalı ilan edilecek bir olay olmadığına göre, elbette şehid yakını haberlerinin altında saklayacaklardı. Öyle de yaptılar haberlerini.

Ş.Yılmaz dedik. Bir icraatını neden oğluna da yaptırmadı merakımız alevlendi şimdi. Hatırlayın o 23 Nisan törenlerini... Saldır kurt kılığına ve pozuna bürünerek tarih değiştirmeye kalkması o Rize gününde, kimin hanesine olumsuzluk olarak yansıdı? Ş.Yılmaz derseniz, hep yükseltilmişken ve oğluna varıncaya kadar garantili koruma altına alınmışken... Unutmadığımıza göre bir gün hesaba oturacağız demektir bu halimiz.

Bir başka AKP ünlüsünün oğlu da aday yapılmış partisince. Kim adını ne zaman ve hangi kahramanlığının konu edildiğinde duydu, bilmeyiz. Bülent Arınç’ın oğlundan söz ediyoruz. Parti onların. Biliriz, babası ağlaya ağlaya kurmuştu o partiyi; beğenmediği Hoca’ya saygısızlığını saklamaya dahi gerek duymayıp, beğendiğine göz yaşlarını sel ederdi... Bir koltuk mu esirgenecek kıymetli oğuldan.

Elbette burada neyin karşılığında sorusuna gerek yok. Herkes, yani özelikle AKP’li insanlarımız geleceklerini bir şekilde garantiye almak durumundadırlar. Hem o çocuklar boşuna mı AKP’li çocuğu oldular. Bir farkları olmalı değil mi, akranlarından ve kendilerine vatan sevgisi ve kahramanlık yarışında bir kaç tur bindiren, ülkemizin diğer çocuklarından...

Mehmet Nazım adını rahmetle anmak ve onu anlatmak vaktine geldik şimdi. “Büyük Ağa”mız Tarık Buğra’nın babasıdır, adını andığımız iyi insan. Bir hukukçudur.

Tarık Buğra anlatmıştı. Mehmet Nazım bey 1946 Demokratlarındandır. DP hareketinin Akşehir merkezli topraklarda mücadelesini veren bir kahramandır. Ağır ceza reisliğinden gelmesi, hukukçu kimliği dahi İsmet Paşacıların zulmünü engellemeye yetmiyordu der Tarık Buğra. Yılmadığını ve 14 Mayıs zaferini gördüğünü de vurgulayarak.

1950 seçimleri öncesi aday olmasını ister DP, Mehmet Nazım beyden. Babam, milletvekili olacak yaşı çoktan geçtim diyerek kabul etmedi diyen Tarık Buğra, teklifin, o zaman oğluna müsaade et şekline dönüştüğünde de yine red cevabı verdiğini anlatmıştı. O da milletvekili olamayacak kadar genç. O gün 32 yaşında olan Tarık Buğra’nın maddi sıkıntılı günler yaşadığını o yıllarda, biyografisini yazan sitelerde okursunuz.

Babalar ve oğullar... Bizim ülkemizde, bizim yaşadığımız tarihlerde biraz da böyle anlatılır. Eskiye özlem değildir bu yazdıklarımız. Biz neleri, ne zaman kaybettik; kim, neyi, ne zaman kazandı’nın ön muhasebesidir.

Eskiye özlem deyince, insanlar şu anlatacağımızı hatırlamakta güçlük çekmezler sanıyoruz. Konumuzla, içinde baba ve oğul kelimeleri geçtiği için ilgilendirilsin...

Hangi Anadolu şehrinin çarşısını dolaşırsanız görürdünüz, bazı dükkanların üstündeki “Filan ve oğlu” levhasını. Levhada, o dükkanda neyin ticaretinin yapıldığı yazısının altındaki sahip kısmına yazılan baba adını ve oğlu kelimesine ben çok dikkat ederdim.  Orda, oğlunu çok seven bir baba ve henüz çocuk yaştaki bir oğul birlikteliğiydi ilan edilen. Bunu, o levhayı okuyan herkes hissederdi.

Partilerini bir ticarethane gibi görüyorlar, oğullarına miras olacak dükkan sanıyorlar gibi zan cümlelerinden uzağız. Lakin yaşıyoruz ve yazıyoruz. Mecburuz yani, sizleri haberli kılmaya.

 MİNARE – KILIF VE MIZRAK – ÇUVAL İLİŞKİLERİNE DAİR

Bu yazı, “Devletin her kuruşunda tüyü bitmedik yetim hakkı vardır” terbiyesi ile büyüyen bir neslin yufka bağrının son titreşimleri, duyumuyla okunsun isteriz.

“İtibardan fedakarlık olmaz!”

AKP iktidarının son yıllarda siyaset literatürüne kazandırdığı bir cümledir bu. Bir savunma cümlesidir. Ağır ceza mahkemelerinde ipten adam aldıran beraat cümlesidir.

Planlayarak, tasarlayarak, taammüden gibi hukuk terimleriyle tarif edilen israf rakamlarını bir anda olumlulaştıran bu cümle, bizzat söyleyene, söylediği anda bir inanmazlık atfetse de, muhtevasındaki, içeriğindeki güç tehdidin korkusunu, endişesini hissettirir duyanlarına.

“İtibardan fedakarlık olmaz!”

Olmazsa olmaz bir insan hakları (iktidar hakları) kuralı gibi gündeme sokulan bu cümleyi, İsmet paşa suçlarını şalla örtmekle ünlenen Kandıralı politikacılar üretmiş olsa idi, insanlar üstünde durmaz, Milli Şef devridir, zorunluluk var, diyerek geçip giderlerdi. Lakin şimdi..

Yaşadığımız günler AKP’nin iktidar günleridir ve gizli oy-açık sayım kuralının işlediğine bizzat şahit olduk.

İtibar kelimesinin manasını sözlükler saygı görme, değerli bulunma, güvenilir olma kelimeleriyle açıklarlar.

“İtibardan fedakarlık olmaz!”

Peşin kabulle gireceksiniz mevzuya. İtibardan, yani mutlaktan, mevcuttan, olandan tartışmasız bir kabul var. Saygı görüyoruz, değerli bulunuyoruz, güvenilir oluyoruz övünmelerini ön şart olarak kabul ettiren, neyi yapamayacağını hatta ne ile suçlanamayacağını en keskin kılıç hareketiyle, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir kanun maddesine dönüştürüyor.

“Fedakarlık olmaz!”

Olabilen başka şeyler olabilir oğlu olabilir.

Ama, lakin, fakat ve zinhar “fedakarlık olmaz!”

Fedakarlık, özverili olmaktır. Artık ne demekse. Fedakarlık, kendini ya da kıymetli bir şeyini feda etmekten kaçınmamaktır. Bu tanım daha anlaşılır oldu.

Öyleyse, fedakarlık olmaz diyenleri, kendimizden yahut bizim kıymet verdiklerimizden birşeyler istemeyin. Bu mümkün değil, şartıyla tanıyacağız, tanış olacağız. Hani bir genç kızın, dünyada sadece ikimiz kalsak, yine de sana varmam isyanı gibi işte..

15 Temmuz, canlarından fedakarlık edenlerin vatanlarını sabitlemeye çalıştıkları gündü.

İşte o kanlı günde Amerika seyahatlerine ayarlanan bir üst düzey iktidarcıya, niçin burda olmadığı sorulduğunda,

“Burda olsaydım, sokağa mı çıkacaktım” cevabını vermesi, konumuzu daha anlaşılır kılabilir. Burda olsaydım.. Ben bir itibar sahibiyim. Sokağa mı çıkacaktım? Yani fedakarlık mı yapacaktım? Size baş olmam, yönetici olmam neden en yüksek fedakarlık sayılmıyor?

İtibar, itibar.. Çeşitli zamanlarda çeşitli koruma usulü bulmuşlardır, aktüelliklerinde meşhur, gittiklerinde hemen unutulan politikacılarımız.

Bir örneği, Prof. Dr. Osman Altuğ’dan aldığımız bilgiler ışığında aktaralım.

Refahyol iktidarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin servetinin dökümü toplanırken sağdan, soldan ve dağınık kurumlardan, yüksek bir meblağın İngiltere bankalarında tutulduğu görülür.

Bir önceki ANAP’lı hükumet, hani bir ramazanda iftar sofrasınıa oturtularak aklanmaya çalışılan hemşehri Mesut Yılmaz hükumeti aktarmıştır milyarlarımızı.

Bu para yatırma şeklinin sebebi aranır. Yoktur! Getirisine bakılır, hiç yoktur. Her yıl ödenen tutma, koruma altında olma gideri de cabadan.

İngiliz Bankasının, sizin paranızı az bir koruma ücreti karşılığında muhafaza ediyorum diyerek vermek istememesinin de kızgınlığıyla mes’ul Mesut Yılmaz’a soru açılır. Nedir ulan bu durum! Ifadeyi Osman Altuğ Hoca’mın diye hatırlıyorum.

Gelen cevap, o gün için insanların kanını donduran cinsten olsa da bugün ete kemiğe büründürülmüş halini çok yaşıyoruz.

“Devletimizi itibarlı saysınlar, çok parası var da bir kısmını bize korutturuyorlar sansınlar diye böyle yaptık!”

İtibar peşindeliğin böylesi..

Biz bu cevabı duyduğumuzda o gün inanmamak hakkımızı kullanmıştık. Israrımız sürüyor.

Minare- kılıf meselesi ve mızrak-çuval ilişkileri bir Ramazan günü böyle yazıldı.

 SA, SA, SA

AKP iktidarının destekçisi Sabah Gazetesi birinci sayfasının yarısını kaplayan bir manşet atmış bu Cuma.

“Yaparsa yine AK parti yapar”

Yapılacak olan her ne ise, yapılma garantisi görememenin yansımasıdır bu ifade şekli. Olur da yaparsa… Geniş zaman demek yetmez. Bu ne zaman genişliğidirki, birkaç seçimi kaplayacak.

“500 günde düzlük” sözüyle iktidara gelen Demirel’e sormuşlardı son günleri geldiğinde o 500 günün. “500 gün demiştiniz. Ne yaptınız?” Demirel’in cevabı tarihsel ve bu manşete örnek. “500 günün dolmasına daha 5 gün var. Binaenaleyh bu acelecilik neden?”

 SEÇİM MANİFESTO ÜRETİR

Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’nin seçim manifestosunun açıklamaya devam ediyor.

Bir paragrafını o manifestonun, sadece bir paragrafını masaya yatırmak istiyoruz.

“Şehirler daha yaşanabilir olacak. Daha fazla yeşil alana sahip olacaklar. İstanbul’daki Atatürk Havalimanı ve diğer kentlerdeki eski stadyumlar bahçeye dönüştürülecek.”

İstanbul’a ihanet ettik itirafının ülkemizin bütün şehirlerini kapsadığı böyle kayıt altına alınmış oldu.

 ESKİ STADYUMLAR...

Ali Sami Yen Stadyumu bir eski stadyum iken yerine konanların yeterli getiri sağlamadığı vurgulanıyor ise... Stadyumları AVM yapan müteahhitlere bir gönderme var burada. Başka kamu alanları bulun kendinize. Gibi...

Dolmabahçe Stadyumu ise en iyi bahçe olacak yerde olmasına rağmen, İstanbul’un en güzel, en havalı vadisinde olmasına rağmen, Saray’ı tehlikeye sokuyor teknik raporuna rağmen, birkaç kulüpçü memnun etmek uğruna yine stadyumlaştırılmasının, İstanbul’a ihaneti kuvvetlendiren delillerin başında olduğu ilanı ancak böyle yapılırdı.

Eski stadyumlar... Artık nerde kaldı ise... Zira liste yayınlamadılar. Yahut yeni stadyum ucubelerinin eskileşmesini bekleyeceğiz, demek olduğu da bilinsin.

Manifestonun manifestoluğunu anlamaya bu kadar yetmez mi?