“Ne yapacağız şimdi bundan sonra? 

Bilmem. Ama yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma, dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.”

(Ah Güzel İstanbul, 1966)

Parmaklarıma kadar inen bir yorgunluğu nasıl geçirebilirim biliyorum. Aslına bakarsanız yorgunluk bir şekilde belki giderilebiliyor. Ancak hadsizlik ve densizlik öyle büyük bir enkaz olarak hayatin orta yerine gelip çöküyor. Hani arada bir iki tane hadsiz, densiz çıksa bu belki anlaşılabilir bir şey olabilir ama bu giderek bir karakter haline geliyor oluşu, bütün toplumu etkisi altına alan bir vakaya dönüşmesi çok anlaşılabilir bir şey olmuyor. Değil anlaşılması nasıl böyle bir huyun karakter haline gelmesine göz yumuluyor oluşu büyük bir problem olarak duruyor.  Herakleitos, ‘Fragmanlar’ da “DENSİZLİK, yanan bir evdeki ateşten bile önce söndürülmelidir” diyor. Gerçekten toplumların altını oyan her şeyi yüzeyselleştiren ve kuralsızlığı, patavatsızlığı ve ölçüsüzlüğü yaygınlaştıran bir tehlikeden bahsediyor ki yangından bile daha yıkıcı olarak görülüyor. Haklı da… Ev, yeniden inşa edilebilir ama bir nesil, bir toplum kolay kolay inşa edilemiyor. 

Her şeyin ulu orta saçılıp döküldüğü, her aklına esenin konuştuğu, aklına geleni yapmayı hak gördüğü ve de ne bir öz denetime ne de kamusal denetime ihtiyaç duyulmayan bir zamanda her şey birbiri içine girdiği için neyin neye tekabül ettiğini kestirmek de oldukça güç bir durum ortaya çıkartıyor. Onun için bu hadsizlik sureci çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Birbirini anlama çabası yerini ön yargılara bıraktığı için her konumlandırmanın temelinde korkular, endişeler ve öfkeler yer ediniyor. Bu da yıkıcı bir toplumsal sürecin kapılarını açıyor. Kişiler arası iletişimi, münasebetleri de kilitliyor. İç dünyalarımız ayrı bir yaraya dış dünyalarımız ayrı bir yaraya kabuk bağlıyor. Birbirimizin yüzünde samimiyet dışında birçok şeyi okuyabiliyoruz. Diğerinde gördüğümüz şey bizim bir yansımamız olarak aslında karşımızda duruyor. Birbirini zenginleştiren değil birbirinden eksilten bir toplumsal yapı ne kadar ayakta kalabilir ki? Ya da bir fert ne kadar yaşayabilir ki?

Belki de densizliğin, hadsizliğin, merhametsizliğin böyle kendine kolayca yol bulup gitmesinde kaybettiğimiz sevgi, şefkat ve adalet duygularının payı büyüktür. Hukuksuzluğun, hesapsızlığın, ötelerin unutuluşunun da bu durumları beslediğini hatırlamak gerekir.  Bütün bu kayıpların yerini endişeler, tehditkâr yaklaşımlar, güvensizlik ve aç gözlülük aldığında sevgisizlik, şefkatsizlik ve kendi dışında da bir dünya olduğunu unutmak ile hudutsuz bir ‘ben’ algısı ortaya çıkıyor ki bu da insanın çürümesinin, toplumu yiyip bitiren kurdu simgeliyor.  Elbette bir insan tek başına her şeyi anlamlandıramaz. Bu bir bütünlük ve birliktelik ister. Başkalarının adımları, yorumları ve hep birlikte ortaya çıkan bütün bizi doğru bir yola çıkartabilir. Onun için doğruyu yapmak güvence altındaki bir gerçeklikten daha çok mesafe kazandırır.

Ümit var olmak bütün bir hareketin en önemli adımıdır. Çünkü sonuçlardan bağımsız bir biçimde geleceğe ümitle bakarak doğruları yaparak hareket etmek insana daha çok şey kazandırır. İçinde yaşadığımız ne ile tarif ediyorsak o sıkıntılardan, bunalımlardan ve daha da ötesi çürümeden çıkmanın da anahtarıdır. İçimizdeki yorgunlukları iyi edebilmenin yolu da birbirimize içimizi açmamız ve birbirimizin aynasında gördüğümüz kendimizi iyileştirmeye niyet etmemizdir. Her şey geçicidir. Bu şaşkınlığını kaybeden insan gerçeğini kaybeder. Gerçeğini kaybeden insandan daha tehlikeli bir şey yoktur. Onun için selim bir kalp ile serin bir ruh ile yeniden başlamak; her şeye yeniden yelkenleri doldurup, ‘vira bismillah’ demek lazım. Hoşça bakın zatınıza...