Haremeyn
fethiyle görevlendirilen ermişler halkasındaki sultan
Yavuz sultan Selim tam bir kitap kurduydu. Çok kitap
okumaktan gözleri bozulmuştu ama onu bozulan gözleri bile kitaptan
ayıramamıştı. Savaş da olsa o savaşa da kitaplarıyla giderdi. Kitap sandıkları
da giderdi sefere. Silah, mühimmat ve top arabalarının yanı sıra kitap
sandıkları da taşınırdı cepheye. Silah, strateji, savaş ve kitap. Mısır
Seferi ne çıktıklarında da giysilerinin yanında yine kitap sandıkları
taşınıyordu. Çölde Bedeviler saldırdı ve kitaplarını çaldılar. Çalınan kitaplar
arasında çok sevdiği Târîh-i Vassâf ı da vardı. Çok üzüldü Sultan. İmdada
sarayın hocası Şemseddin Efendi yetişti. Çok hızlı ve güzel yazmasıyla
meşhurdu. On günde bir Mushaf yazardı. Şimdiki gibi fotokopi yok. Fotokopi
makinesi olarak işte bu Şemseddin Efendi gibi canlı makineler var. Yaptıkları
bu işe de istinsah etmek denirdi. İstinsah etmek kopyalamak manasınadır.
Padişah hocası Halîmî Çelebi ye, Târîh-i Vassâf ı istinsah ettirmesini emretti.
Molla Şemseddin ehli takva¸ iyi huylu¸ mutasavvıf¸ teheccüdlerini hiç
aksatmayan dindar birisiydi. Kendisi yine kendisi gibi hâl ehli olan Halîmî
Çelebi nin konağında oturur¸ hatta onu ziyarete gelenlerin kendisini
engellememesi için kapısını kilitler ve o şekilde çalışmasına devam ederdi. Bu
vazife emredildiğinde yine Halîmî Çelebi bu defa onu Kahire deki evinin bir
odasına kilitledi. Padişahın kendisine 25 gün mühlet verdiğini de
tembihleyerek Molla Şemseddin bu işle meşgulken birden karşısında bir zatı
otururken gördü. Kapı kilitli. Dışarıdan içeriye girilmesi imkânsız ama biri
karşısında oturmakta... .Korku ve telaş içerisindeyken o zat-ı âli onun dizini
tutarak yatıştırdı ve: La tahaf nahnu milsek ci nake li z-ziyare: Korkma bizde
senin gibi insanız¸ seni ziyarete geldik. dedi. Molla Şemseddin bu gelenin
rical-i gayp tan olduğunu anladı ve yazmayı bırakıp sohbete başladılar. O
aklına geleni soruyor, zat da cevaplıyordu. O zat-ı âli ona şunları söyledi:
Haremeyn fethi Selim Han a verildi. O memur edildi. Haremeyn hizmeti ona ve
soyuna görev olarak tevdi edildi. Şimdi İslâm padişahları arasında Hakk ın
gözünde olan Âli Osman dır. Selim Han ise ermişler halkasının dışında değildir.
Sahib-i tabakadır. O: Saltanat süresi uzun sürer mi diye sordu. Zat-ı
muhterem: Üç yıl vakti vardır. diye buyurdu. Molla Şemseddin: Peki,
konağında oturduğum Halim Çelebi nin sonu nicedir diye merakla sordu. O:
Şam ı öteye geçemez, Şam da kalır. diye cevapladı. Molla merakla: Benim
ölümüm ne zaman olur diye sual etti. Zat: Kişinin kendi ölüm zamanını
bilmesi âdet-ullah a ters düşer. diye itiraz etti. Molla Şemseddin de ısrar
etti söylesin diye: Lütf eyleyin, beni uyarın, ben ne zaman öleceğim ne olur
söyleyin. Ona: Neden bu kadar bilmek istersin ölümünü Halîmî Çelebi ile
ikiniz aynı günde öleceksiniz. Yanınızda da bir başkası daha olacak. Üçünüzün
cenazesinde de padişah bizzat kendisi bulunacak. dedi. Sonra koynundan bir
arakıyye (derviş külahı, takke) çıkardı ve : Bu Selim Han a armağanımızdır
veresin . diyerek tembihledi. Sonra bir takke de Halim Çelebi ye verdi. Molla
Şemseddin : Bana bir hediyeniz, bir ihsanınız yok mu diye boynunu bükünce,
başındaki takkeyi de ona verdi. Sonra yaz da bakalım ne kadar hızlı yazıyorsun¸
dedi ve o yazmaya başladığı anda yanından kayboldu. Molla Şemseddin başını
kaldırıp baktığında zatın Nil Nehri üzerinde yürüyüp gittiğine şahit oldu.
Sabahleyin Molla Şemseddin bütün bu olup bitenleri padişahın can yoldaşı Hasan
Can a anlattı. O da tüm bu olayları Selim Han a anlatıp hediyesini verdiğinde
Yavuz, hüzünlendi ve tefekkür etti. Ağladı. Arakıyyeyi kokladı. Sonra: Bunda
garip bir hâl var. dedi. Sonra devam etti: Hele bir sor bakalım ona da bir
şey vermiş mi Molla Şemseddin e sordular. O da kendisine verilen arakıyyeyle
beraber Halîmî Çelebi ye verileni de gönderdi padişaha. Onları da alan Yavuz
Sultan Selim Bunlarda hâl ehli kokusu vardır. diyerek uzun uzun kokladı¸
ağladı. Uzun süre bunun etkisinde kaldı. Aradan çok zaman geçti. Bu olay
unutuldu. Molla Şemseddin de Târîh-i Vassâf ı istinsah edip bitirdi. Padişaha
arz etti. Sonra Hasan Can ın arzusu üzre İbnü l- Cezerî nin el-Hısnü l-hasîn
min kelâmi Seyyi l-mürselîn adlı eseri istinsah etmeye başladı. Araya yolculuk
girdi. Yazı yarım kaldı. Mısır dan Şam a doğru ilerlendiği sırada Halîmî Çelebi
hastalandı. Hekimlerin ilaçları onu daha da ağırlaştırdı. Şam da daha da
ağırlaştı. Yavuz âdeti olduğu üzre onu ziyarete geldi. Çünkü Yavuz Halîmî
Çelebi olmadan duramazdı. Onsuz bir gün geçirdiği vaki değildir desek abartmış
olmayız. O anda da oraya Molla Şemseddin de geldi. Halîmî Çelebi yi ölüm
döşeğinde görünce Hasan Can a: İşte o azizin dediği çıktı. Ancak ben hasta
falan değilim. Sapasağlamım. Ama sizin için istinsah etmeye başladığım
Hısnü l-hasîn i tamamlayamazsam eğer, benim elimdeki Hısnü l-hasîn imi al senin
olsun. Bu sana vasiyetimdir. diye vasiyet etti. Bu vasiyeti padişah
duymamıştı. Molla Şemseddin ertesi gün bir not gönderdi Hasan Can a. Notta ağır
bir sancıya tutulduğundan bahsederek; O azizin sözleri doğru çıkacak gibi.
Bana hakkınızı helal ediniz. Hayır, dualarınızdan beni unutmayasınız.
yazıyordu. Gönderilen bu notun ertesi günü Halîmî Çelebi Hakkın rahmetine
kavuştu. Molla Şemseddin de. Aynı gün saraydan başka bir hoca da. Üçünün de
cenazesinde Yavuz hazır bulundu. Sonra Molla Şemseddin in varisi olmadığı için
kitapları beytülmâla devredildi. Padişah katına layık olanlar da padişaha arz
edildi. Yavuz Sultan Selim kitapları gözden geçirdi. Şöyle bir baktı. Ve eline
Hısnü l-hasîn i aldı. Yapraklarını çevirdi. Sonra da Hasan Can a hediye etti.
Aynen vasiyette olduğu gibi. Sanki Molla Şemseddin in vasiyetini duymuş gibi.
Bu da onun kerametini göstermekteydi. Bunu düşünerek şaşkın şaşkın bakan Hasan
Can a neye şaştığını sordu. Hasan Can olayı anlatınca da: Yok canım bu olağan
bir iştir, bunda keramet aranmaz deyip, kendindeki bu olağanüstü hâli gizleme
ve nefsini bastırma yoluna gitti.
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden â lâ imiş. (Yavuz Sultan
Selim)
Cihan padişahı olmak çabası boş, kuru bir kavga imiş.
Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna, bir veliye bağlanmak imiş. diye
beyitler kaleme alan Yavuz Sultan Selim de diğer Osmanlı padişahları gibi
mutasavvıftı. Tasavvuf ehliydi. Allah yolundan bir milim bile ayrılmamış, ne
yaptıysa Allah için yapmıştır. Bu yüzden de Yavuz Selim Han maddi ve manevi
kudretlerin gölgesi altında seferlere çıkmış¸ ila-i kelimetullah fikrinden
hiçbir zaman ayrılmamış, Allah ve Resûlullah a hizmeti şiar edinmiştir.
Etrafında tasavvuf erbabı bulundurmuş, onların sayesinde tasavvuf terbiyesi
almıştır. Tebdili kıyafetle zaman zaman Halveti şeyhi Sünbül Sinan ı ziyaret
eder, sohbetlerinde bulunurdu. Hocası Halîmî Çelebi de tasavvuf ehliydi. Bütün
hayatını İslâmî doğrultuda düzenleyen bu büyük hükümdar seferlerinden önce
mutlaka büyük velilerin türbelerini ziyaret eder ve dualarda bulunurdu. Eyüb
Sultan ve Mevlânâ başta olmak üzere sefer boyunca yolu üzerinde bulunan
velilerin türbelerini ziyaret ederdi. Yavuz Selim Han ın fetihler yapmaktaki
temel amacı maddi kazanç ve toprak elde etmek değil¸ Allah (c.c.) nun emri doğrultusunda
hareket ederek hem Allah (c.c.) nun hem de iki cihanın nuru ve sevgilisi Hz.
Peygamber (s.a.v) in hizmetinde bulunmaktır. Yavuz, 10 Eylül 1517 de Kahire den
İstanbul a dönerken: Gönül ister ki, Afrika nın kuzeyinden Endülüs e çıkayım
ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul a döneyim! diyerek doyumsuz fetih
arzusunu dile getirirken, gerçek bir Müslüman ın ufkunun nasıl olması gerektiği
hususunda örneklik teşkil ediyordu. . İstanbul da babasından tahtı teslim
almadan hemen önce merasimle karşılanan Selim in ilk sözleri şu olmuştur: Ben
padişah olursam niyetim Arabistan ı Çerkesler den, İran ve etrafındaki
şehirleri Şiilerden temizlemektir. Hatta İslâmiyet i bir noktada toplamak için
Hint e ve Turan a gideceğim. Zalimlere ki zalim evladım bile o alsa merhamet
etmeyeceğim. Doğuda ve batıda Allah adını yükselteceğim.
Bu söyledikleri sözler doğrultusunda hareket eden Selim
Han İslâm büyüklerinin ve Allah dostlarının himmet ve yardımlarını defaten
görmüştür. Çok zorlu bir sefer olan Haremeyn ve Mısır seferinde ise başarılı
olabilmenin gerçek sırrı; kendilerine Hz. Peygamber (s.a.v) in ve maneviyat
meclisleri temsilcilerinin yol göstermesidir. Burada anlatılan pek çok
menkıbenin böyle düşünülünce gerçek olduğu, masal olmadığı bir kez daha anlaşılır.
Şeyh Edebâli den Mevlânâ ya, Yunus a Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli ve Molla
Güranî ye kadar ismini sayamadığım pek çok veli, pek çok Allah dostu;
padişahların arkasında manevi destek olmuş, onları yönlendirmiş, dua ve
niyazlarıyla desteklemiş, yardım etmişlerdir.