ABD’nin Vietnam’da maruz kaldığı sendrom sonrası 25 Temmuz 1969’da, Başkan Richard Nixon’un ortaya koyduğu ve Guam doktrini olarak da bilinen Nixon Doktrini kapsamında, dış ve savunma politikaları dâhilinde Körfez Ülkeleri’nin önemli aktörleri İran ve Suudi Arabistan’ı caydırıcılık ve güvenliği artırıcı önlemler çerçevesinde silahlandırılması, bugünkü Ortadoğu’da gelinen noktanın ana kronik sebebini ortaya koyması bakımından büyük önem oluşturmaktadır.
ABD, bu yöntemle, 1970’li yılların başından itibaren büyük kapsamda silah satışlarıyla Ortadoğu’yu adeta konvansiyonel silah deposuna dönüştürdü. Richard Nixon Doktrini çerçevesinde, İran Şahı’na satılan büyük çaplı Amerikan silahlarının Şah’ın devrilmesiyle birlikte muhaliflerin eline geçmesi Ortadoğu’da dengelerin yeniden değişmesine ve Nixon Doktrini’nin çöküşüne neden olmuştur. Bu silahların büyük oranda imhası Irak ile İran arasındaki savaşla öngörülmüştü.
İran ve Irak arasındaki savaş, beklenenin tam aksine beklenmeyen ve istenmeyen yeni güç ittifaklarını da beraberinde getirdi. Suriye ile İran yakınlaşması ve O dönemde, Suriye denetimindeki Lübnan’da Hizbullah’ın büyük güç kazanması ABD’nin tüm planlarını alt üst etti. Daha sonra, Kuveyt’in işgali ile birlikte birçok silahın benzer metotlarla Saddam Hüseyin’in eline geçmesi ve Irak’ın istikrarsızlığından sonra bu silahların çeşitli grupların eline geçmesi, Ortadoğu’yu içinden çıkılmaz bir denklemin içerisine sokmuştur.
ABD’nin Irak’ı işgal deneyimi Irak’ta demokrasinin tesisi bir yana, Irak’taki mevcut sorunları daha karmaşık ve içinden çıkılmaz birer iplik yumağına çevirmiştir. Bütün bu gelişmeler sonucunda ABD, Irak’a yeniden müdahale yerine, dolaylı olarak `eğit, donat’ projesiyle; `Vietnamizasyon’ benzeri bir uygulama ile `örgütü örgüte kırdırma’ projesini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu projenin Suriye’de; ÖSO ve YPG, Irak’ta ise Barzani ve diğer irili ufaklı unsurlar vasıtasıyla yürütülmesi öngörülmektedir.
Şu anda ise ABD, Suriye ve Irak’ta `hava destek’ programı çerçevesinde sadece hava harekâtına katılmak suretiyle bir çeşit `Vietnamizasyon’ yöntemini yeniden ihya ederek, muhaliflere askeri eğitim ile beraber gerekli askeri, ekonomik ve stratejik yardımları gerçekleştirmek suretiyle, tehdide maruz muhaliflerin “kendi öz savunmaları” yoluyla mücadelenin ana unsuru olmasını sağlamaya çalışmaktadır.
ABD, `Vietnamizasyon’ yöntemi çerçevesinde uygulamaya çalıştığı Richard Nixon’un Doktrini için ana üs olarak Türkiye’yi seçmiş olması manidardır. Suriye’nin `öz savunması’ için en ehven muhalif güç olarak Türkiye’nin de olayların başından beri sıcak yaklaşım gösterdiği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) düşünülmektedir. ÖSO’ya mensup güçlere “eğit, donat” ile Türkiye’de verilecek askeri eğitimden sonra, Suriye’de ana misyon görevini yüklenmesi öngörülmektedir.
Ayn el Arap (Kobani)’ta İŞİD’e karşı savaşmakta olan YPG güçleri, PKK desteğini de arkasına alarak alan savunması yapmaya çalıştı. Bu aşamada, Peşmerge dâhil hiçbir gücün dolaylı olarak kente müdahil olmasına rıza göstermedi. Ana plan dâhilinde hareket eden ABD, İŞİD’in ilerleyişi ve Kobani şehir merkezine yaklaşmasına kadar hiçbir müdahalede bulunmayarak bir nevi olayları kendi seyrine bıraktı. Daha sonra, Kobani’de insanların tahliyesi ve ABD’nin hava desteği nispeten İŞİD’in Ayn el Arap kentini tamamen işgalini geciktiren ana unsur oldu.
Burada amaç, PKK güdümünde ve ABD’den farklı bir yol izlemekte olan Müslim Salih’in gücünün kırılması ve Kuzey Irak’taki Peşmerge güçlerine yanaşmasının sağlanması amaçlanmaktaydı. Nitekim Ayn el Arap’ta iyice köşeye sıkışan Müslim Salih, Dohuk zirvesinde ister istemez Barzani’nin planını kabul etmek zorunda kaldı.
Bu plan çerçevesinde, Ayn el Arap’a kuvvet göndermek konusunda Peşmerge güçleri hazırlık yaparken, Halep’te eş zamanlı olarak toplanan ÖSO’nın da Ayn el Arap’a 1300 kişilik kuvvet göndermeye karar vermesi, Suriye’deki `Vietnamizasyon’ yol haritasının yeni ipuçlarını da ortaya koymaktadır.