Düşüncenin, inancın, imanın ve akidelerin yerini, insanî hırs ve tutkuların olduğu yeni şeyler alıyor. Bunlar başlangıçta, saf iyi niyetli gibi görünüyorsa da insan hırs ve tutkusunun sonucu bir başka duruma evriliyor. Bir davaya, inanca ve düşünceye gönül vermiş biri ideal olanla hayata atılır. Koşturması ve heyecanı iyi niyetle sürer. Yürüdüğü yolda, tırmandığı basamaklarda bir takım hazlar edinmeye başladığı andan itibaren durum farklılaşır.
İnsanı bekleyen tehlikeler oldukça fazla. Bu bir bakıma insanın kendisinin içine düştüğü tuzaklar olarak da görülebilir.
Allah, dileyene dileğinin karşılığını verir. Bu kişinin tutumuna bağlı. Kişi, helâl haram gözetmeden dilediğini isteme hakkına sahip. Bu kişiyi bağlar. Ancak ülkü sahibi olanlar için durum böyle değildir. Çünkü onlar kendilerinden önce bağlı bulundukları düşünceyi, davayı öncelerler. İnsanı öncelerler, hakkı ve adaleti öncelerler. Kişi günah işleme hakkına da sahip, bu bir tercih. Ancak bir toplumun önünde yer alanların konumlarına göre yükümlülükleri var.
Siyasal fanatizm gerek taraftarlar ve gerekse merkezde duranlar açısından büyük tehlikeler içeriyor. Taraftarın duygusallığı, sevgisi önde bulunanları şımartır. Şımartma gurura ve kibre yöneltir. Zaman içinde ise hareketin önünde bulunan kişi kendini aşırılıklar içinde bulur. Bu aşırılık onu bir kibir putuna ve zamanla da kendisinden başka hiç kimseyi bilmeyen, sınır tanımayan biri konumuna dönüştürür. Öyle ki bu söz konusu kişiyi acımasız bir kişiliğe büründürür. Kendisini herkesin, her değerin üzerinde görür. Onun söyledikleri, içeriği ne olursa olsun bir tartışılmaz bir karar hükmüne dönüştürür. Taraftarlar aşırılıklarıyla onu putlaştırır dokunulmaz kılarken o da onların üzerinde adeta bir zorbaya dönüşür. Kitleler onun zorbalığının farkına varmazlar.
Aslında temel sorun, kişinin kendisini bir kul olarak görmesinin ötesine gidişin farkında olamayışından kaynaklanır. Kişinin kendisini görememesidir, ya da kendisini üstün bir varlık olarak bilmesidir.
Acımasızlık ve keskinlik adalet duygusunu öldürür. Çünkü o, artık adaletin, yönetimin, yargının kendisidir. Kendisini her şeyin ve herkesin üzerinde görür. Her şey onda olur, biter. Bu tipler eleştiriyi asla kabul etmezler, kendilerine yönelen her bakıştan kuşkulanırlar. Tahammülsüzdürler. Kendileri üzerinde oluşturdukları tabaka, ağ asla aşılmaz olur. Yol arkadaşlarını, yıllarca kendisiyle birlikte olanları hizmetinde biri olarak görür. Onlar eğer kendisine aykırı bir bakışa ve tutuma girmişlerse anında dışlar. Toplum katında o kimse o kadar bir büyülüdür ki, kitleler de onunla birlikte dalgalanırlar. Onun nefret ettiklerinden nefret ederler, öne çıkardığı kimseyi de onun kişiliğinde putlaştırırlar. Üşütmeden kaynaklanan bir öksürüğe bile anlam yüklerler.
Bu durum bana Şevket Süreyya Aydemir’in bir anısını anımsattı, şöyle ki: Ankara’ya yeni yerleşilmiş. Üç Ali’den biri -yanlış anımsamıyorsam bu Kılıç Ali olmalı- gencin biri başında bir fötr şapka ile merdivenleri tırmanır. Ali bunu görünce, “Ulan Frenk çocuğu, bunu baban mı giydi, deden mi giydi!” der bir yumruk aşk eder, genç merdivenlerden paldır küldür yuvarlanır. Üzerinden çok geçmeden, hemen ertesinde şapka kanunu çıkınca kendisi fötr şapka giyer. Ve bu kişi şapka kanununa muhalefet edenleri idam sehpasına gönderir.
Sadece putlaştırılan kişi değil onun etrafında yer alanlar da benzer bir ruha bürünürler. İkinci gruptakiler tepedekinin tutumuna göre davranırlar. Onların bir kişiliği yoktur. Çünkü kralın, bir gün önce söylediğini tekrarlar, bir gün sonra onun tersini söylese onu da tekrarlar. Onlar için yanlış ve doğru diye bir şey yoktur.