24 Haziran Genel Seçimi dolayısıyla yapılmakta olan çalışmalar sürecinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde müessif ve ölümler ile sonuçlanan bir olayda dört kişi hayatını kaybetmişti. Olayın Şanlıurfa’da vuku bulması, doğal olarak rahmetli şair ve dost Mehmet Akif İnan’ı hatırlattı. Rahmetli annesi Kahramanmaraşlı olduğu ve kendisi lise öğreniminin son yıllarını, yine rahmetli şair Erdem Bayazıt, şair Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören’ler ile birlikte geçirdikleri için, Nuri Pakdil ağabey; “Akif’in Urfalıyım demesine bakmayın, aslında o Maraşlıdır” diyerek latifede bulunurdu.
Öte yandan, henüz herhangi bir yasal dayanağı olmadan ’90 yıllarda kamu görevi alanında sendikal çalışmalara başlamıştı. İstanbul başta olmak üzere Trakya ve Marmara Bölgesi’nde kuruluş faaliyetleri yürütülmeye uğraşılıyordu. Önceleri bu faaliyetleri bazı öğretmenler üstlenmiş olmalarına rağmen belli bir sonuç elde edilememişti. İmkân dâhilinde dışarıdan destek vermeye çalışıyor, bu konuda birkaç yazı da yazmıştım. Nihayet, hatır belasına kuruluş faaliyetlerini geçici bir süre üstlenmek durumunda kalmış ve belli bir mesafe de kat edilmişti. Bu sıralarda bilvesile Urfa’yı görmediğimi söylediğimde, rahmetli Akif ağabey adeta suçluluk duyarcasına “hemen götüreyim” dercesine bir tavır sergilemişti.
Şanlıurfa’ya ikibinli yıllarda uluslararası bilimsel bir sempozyum dolayısıyla gittim. O zaman Belediye Başkanı, Akif İnan ile de akrabalık bağı bulunan Ahmet Bahçivan’dı. Şehirde ilk olarak dikkatimi çeken, trafik işaretlerinin ve direklerinin gerekli yerlerde bulunmasına rağmen, çoğunlukla ışıklarının yanmamasıydı. Bu gözlemimi aktardığımda hazırda olanlar şöyle bir yorumda bulunmuşlardı: Herhangi bir trafik kazası olduğunda arabada bulunanlar inerler, birbirlerine kendilerini tanıtırlar, aile veya aşiret mensubiyetine göre sorunu çözerler. Trafik polisleri de bunu bildikleri için kazalarda müdahil olmaz. Mutlaka, bugün için böyle bir durumun söz konusu olmadığını düşünmek istiyorum. Kaldı ki, bir olaya, duruma, niteliğe bakarak genelleme yapmak, hele insan ve toplum söz konusuysa doğru olmaz.
Askerlik ve birtakım mesleklerin mahiyet ve niteliklerinin gereği olarak sıkı bir disiplin ve bunu sağlayıcı ayrıntıya ilişkin kurallar belli ya da öngörülen bir düzenin sağlanması bakımından zorunluluk gösterebilir. Ancak, genel olarak insan ve toplum hayatında belli bir düzenin sağlanmasında, elbette birtakım kurallar belirleyicidir, ama bu kurallar ayrıca başka değişkenleri de hesaba katmak durumundadır. Sözgelimi, insanı salt soyut bir kavram bağlamında ele alıp ona yine soyut anlam düzeyinde birtakım haklar ve özgürlükler tanıdığınızda, insan olarak bireyin bu yöndeki konumunu tam olarak belirlemeyebilirsiniz. Bu durum, düşünsel bağlamda bir sorun olma niteliğinde ortada durmaktadır. Özellikle Ortadoğu Müslüman toplumlarda, genel olarak düşünsel düzeyde birey olarak insan olgusu üzerinde yeterince durulmadığı için, öncelikle siyaset alanında olgular ve kavramlar yerli yerine oturtulamamaktadır. En basit bir gözlem Ortadoğu Müslüman toplumlarda totaliter yapıların bu kadar kolay kurulmasını ve sürekli nitelikte devam etmesini anlamakta belli bir güçlük oluşturmaktadır. Açıktır ki, aşiret, kabile veya soy esasına dayalı bir topluluktaki ilişkiler ile toplum dediğimiz ilişkiler yumağındaki insan varlığının ilişkileri, konumu, işlevi farklılık göstermektedir. Siyasi, kültürel yapılar da buna göre şekillenmektedir. Bunun tarihi kökleri vardır, ama tarihi olayları salt vuku bulmalarına bakarak bir değer yargısı olarak ortaya koymak büyük yanılgıları beraberinde getirir. Çünkü tarih, doğru yöntemler ışığında büyük bir imkân sağlayabileceği gibi, en basit bir yanılgıda büyük yıkımlara da kaynaklık edebilir. Özellikle siyaset alanında bu türden yanılgılar insan ve toplumun geri dönüşü olmayan yollara girmesini özendirir ve sahte bir takım avunmalara, övünmelere gerekçe oluşturabilir.