AKP iktidarının resmen ve alenen yok etme kararı almasından sonra tv ekranlarında boy gösterenlerin, “yakın gazete”lere fotoğraf verenlerin anlattıkları içinizin bulanmasına sebep olmuyor mu sizin de…F.Gülen’in yoldaşlarından bahsediyorum. Sıfatı Prof olan bir Keleş’in dediklerinin yakın bir gazete sayfalarına yansımalarına, bizim de bir diyeceğimiz olmalı. (Bakınız internet sitelerindeki beddualı F.Gülen haberleri.)

“Seçimden hemen sonraki hafta Aksiyon dergisi, Türkiye seçim haritası ve Erbakan hocanın resmini kapak yaparak çıkmıştı. Gülen, toplantıya elinde Aksiyon dergisiyle girdi. Sorumlu arkadaşımıza doğru yöneldi, Aksiyon dergisini yüzüne fırlattı ve şöyle dedi: ‘Bir daha bu dergiyi çıkarmayın! Biz bu dergiyi Erbakan hocayı kapak yapın diye mi çıkarıyoruz. Bu dergiyi eline almış bir paşa, akşam bana neler saydı döktü haberiniz var mı ’ dedi.”

İnsan bunları duyar da bir tepki vermez mi Seni okumuş, yazmış prof olmuşsun. Karşındaki, ilkokul diplomasını sonradan iltimasla almış.

Örnek insanınız gibi, “Sen hoca mısın, dergi editörü mü, yayıncı mı, tüccarı mısın ” diyemedin mi

Diyememiş, Neden mi

“Kanım donmuştu” diyor

Yani kanı donan bir insan sadece konuşamamakla kalmıyor, bulunduğu yerde on-onbeş sene daha kalıyormuş.

Kalmakla da kalmıyor, neler neler duyuyormuş daha.

“O tarihten itibaren hem dergilere hem de Zaman Gazetesi’ne ‘hükümet aleyhine çalışmalara başlayın’ emrini verdi.”

Hükümet aleyhine çalışmak…

Hükümet meşru bir hükumet ise, aleyhine çalışmak suç olmaz mı Suç örgütünde bulunmak da bir suç değil midir

“Bu dergiyi eline almış bir paşa, akşam bana neler saydı döktü haberiniz var mı ”

Örgüt, içine bir “paşa”yı alarak genişlemiyor; “paşa”lanarak, suç meşrulaştırılıyor.

Dergiyi bir paşanın eline aldığının söylenmesi, tüm paşaların dergilerinin okuyucusu olduğunun ilanıdır.

Hangi paşa olduğu bilinmiyor, fakat, hangi akşam olduğu aşikar. Derginin dağıtıldığı günün akşamı..

Paşa azarladı, (birşeylerime ve bir yerlerime) saydı döktü ama, bende de bir büyüklük varki oluyor bunlar. Siz hayatınızda kaç paşanın, kaç sayıp döktüğü adam gördünüz

Derlerki, hatta demekle kalmamışlar, çok fıkralar hikayeler de üretmişlerdir bu mevzuuda.

Doğu’da bir vilayette, DP, bir ağayı aday gösterir milletvekili seçimlerinde. Hesaplanan ve tahmin edilen o vilayetin tüm milletvekillerini DP’nin alacağı yönündedir.

Lakin biri çıkar ağanın karşısına: Sana ragmen ben de karşı partiden milletvekili olacağım.

Sıfatı ağa olan sayar, döker tıpkı yazımızda adı geçmeyen paşa gibi. Hatta karşısına çıkmak cesaretine daha bir kızar ve her toplantısında artırarak sürdürür sayıp dökmesini.

Sonu tahmin ettiğiniz gibidir hikayenin. Vay be der o vilayetin seçmeni. Bizim ağamızın sayıp dökmesine layık olduğuna göre, bir iş olmalı adamda. Bu düşünce ise, onun da ağa kadar oy almasına denktir, sonuçta.

Sayıp dökülen olmak, bu ülkede işte böyle önemli adam olmak demektirki, hiçbir yerden, hiçbir diplomasının olmamasının da hiç önemi yoktur.

Dergiyi eline almış bir paşa, niçin sayıp dökmüştür

Kapağına bir Erbakan resmi konmuş olmasından..

Paşa’da, paşalar’da olduğu iddia edilen Erbakan’a karşı olma duygusunun kabarıklığı, başka hangi kelimelerle bu kadar rahat ve güçlü anlatılabilirdi

“Bana saydı, döktü..” Daha da çoğaltın, daha da artırın bu kabarmayı düşüncelerinizde..

Erbakan resmi bir bu dergide mi vardı

Akşam sizi muhatap alan paşa mı sayıp dökmüştür diğer gazete ve dergilere; yoksa başka paşalar da mı iyi biliyor bu işleri

İnsan Keleşleşmeye görsün, hiç farketmez bunları, bir kanının donduğundan başka.

Örnek insanları gibi ”Sen hoca mısın, paşa’ların akşamlarda sayıp döktükleri biri misin ” de diyemezlerdi, diyememişler. Donuk kan meselesi.

“Eğer bir hükümeti düşüremiyorsa bu gazeteyi çıkarmayalım daha iyi…”

Bir ahir zaman gazetesinin beşinci kattaki toplantısında bunları da duyacak bir insan, kalkıp şunları diyemeyecek. Canını mı alırlar, yoksa profluğunu mu

Bu gazete hükumet düşürmek için mi kuruldu ve neşrediliyor Hükumeti düşürdükten sonra kapatacak mıyız

Örnek insanları gibi “Sen Hoca mısın, hükumet düşüren gazete patron musun” da diyemezler.

“Toplantının birinde tüm Türkiye’deki vilayet imamlarına ve bölge imamlarına, görev yaptıkları yerlerdeki garnizon komutanlarını ve valileri ziyarete gitmeleri ve onlara hizmet olarak askerlerin yanında ve emrinde olduğumuzu.”

Bu cümleler kimleri derin tarihin derinliklerine daldırmaz ki

Celal Bayar ilk başbakanlık yıllarını “Ben de yazdım” diyor. Atatürk beni çağırdı dediki: Valilerin atamasına karışma, onları ben atarım, elçilerin atamasına karışma, onları ben atarım. Müdürlerin atamasına karışma, onları ben atarım.

Türkiye’deki vilayet imamları ve bölge imamları.. Onları da ben atarım. Garnizon komutanlarını ve valileri atayamıyorum ama, onların ziyaretçisi bilumum imamları atıyorum. Hala büyüklüğüme inanmayan yahut büyüklüğüm altında ezilmeyen var mı aranızda

Kanı donmuş garip Keleş, yakın bir gazeteye anlatmalarını sürdürüyor. Yakın gazete, yani işi bilen gazete.. Uçak yolculuklarında yazarlarının yakışıklı yakışıklı sırıtan resimleri çekilen gazete.. Beddua kısmını sona saklamış.

“Bandırma’da himmet toplantısı yapıyordum”

Demekki kan çözük durumu. Himmet yani tahsilat, yani sıcak para.. Yani sıcaklık varsa, donlar çözülür elbet.

“Hocam sana bir müjdem var. Dün gece Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua yaptı, bizler de öyle bir amin dedik ki, gözyaşları sel oldu aktı.”

Anası, keloğlan’ımıza kel oğlum, keleş oğlum diyerek bize sevimli kılmaz mı idi Keloğlan keldi, keleşdi ve akıllı idi, ummi olmasına ragmen..

Bugün bir Keleş prof’un, bir cemaat, bir örgüt, bir teşkilat içinde bir bedduanın, bir müjde olarak dolaşmasını ne olarak anladığı hakkında bir bilgisi olan varmı

Kaybedenin kim olacağını kestiremediğinden mi bir Keleş Prof, kestirip atamıyor hayatının orda geçen yıllarını

Peki, bugün yaptığı ne

Peki, bir Keleş prof’un röportajını bugün yayımlayan gazetelerin, internet sitelerinin yaptıkları ne

Okuyucuları niçin sormaz onlara: Siz, gazeteci olarak o günlerde nerede idiniz ve ne yapıyordunuz ki, haberiniz olmuyordu beddua toplantılarından..

Bizim seçtiğimiz ve başırısı için dua ettiğimiz hükumetimize kim, ne için beddua ediyordu Neden bizi haberdar etmediniz

Yoksa, yoksa, yoksa…

Beyazıd camii avlusunda bayrak mı taşıyordu adı geçen gazeteciler Yaptıkları ne idi

Kendilerine uçak yolculukları yaptıracak hükumetin gelmesini mi bekliyorlardı

Bugün yaptıkları ne mi bu gazetelerin

Beddua edilmiş adamlarını ilk yapmamak..

Herşeyin ilki olsun, ama ilk beddua edilen olmasın.. Sıkıntıları bu mu

Lakin farkı kapatamazlar.

Verilmemesi gereken hiçbirşey vermedi Erbakan onlara. Hiçbirşeyi pazarlık etmedi onlarla…

Hiçbirşey vermeyene beddua edildiğini, ettiklerini biliyorlarmışki, ne istemişlerse vermişler, kurtulmak için..

1986 yılında Altınoluk dergisinde yayımlanan bir hikayemi, izninizle buraya alıyorum.

(1986 - Nisan, Sayı:002, Sayfa: 023 - http://dergi.altinoluk.com/index2.php)

Ve yukarıdaki yazıda adı geçenler hakkında hiç konuşmayan, yorum yapmayan Erbakan Hoca’mızı rahmetle bir kere daha anıyor ve ona karşı salya sümük akıtanları…

Şikayet

Elinde boru gibi yuvarlayıp ortasından tuttuğu arzuhal. Şehrin dışına doğru gidiyor. Arzuhal Jandarma Karakolu Komutanlığına yazılı. Komutanlık şehrin merkezinde.

“Yaz”’ demişti arzuhalciye. Ayların, günlerin içine döktüğü gözlerini kırmızıya, gözlerinin Önünü siyaha boyayan zulüm, acı, ızdırap eziklik ne varsa söylemiş, sanki arzuhalci hepsini yazacakmış gibi, hep söylemiş söylemişti.

“Yüksek makamınıza havale ederim”. Böyle bitirmişti yaz diye başlayıp yaz diye devam ettirdiği arzuhali. Arzuhalcinin “şuraya parmağını bas götür” dediği kağıda bakmış, bakmış, şaşırmıştı. Aylarca çektiğini anlatmıştı da, el kadar kağıdın yarısını tutmamıştı.

Derenin kenarından yürüyordu. Ağaçların sıklaştığı yerde durdu. Dere önüne geçecek şekilde bir ağaca yaslandı. Bağdaş kurarak oturdu çayırın üstüne.

Arzuhalciye anlattıklarını düşünüyordu. Sonra arzuhalcinin yazdıklarını. Nasıl bitirmişti. “Yüksek makamınıza havale ederim”. “Ben böyle söyledim amma arzuhalci ne yazdı” Hep bunları düşündü güneş ağaçların tepesine çıkıncaya kadar. Yüksek makama havale, yüksek makam; yüksek makamınıza havale. Birazda bunları düşündü. Yüksek makam en yüksek makam. Son kelimeleri yüksek sesle bağırmıştı. Farkında olmadan bağırmıştı. Korktu. Titreyen bacaklarını tutarak kalktı. Bir ürpermenin kapladığı vücudundan ter boşanıyor, titriyordu. Derenin kenarına geldi gırtlağını yırtarcasına:

-En yüksek makam sensin, en yüksek makam sensin Yarabbi. Sana havale ediyorum. Buruşmasın diye itina gösterdiği kağıdı yırttı, yırttı. Suyun akışına bıraktı parçaları.

-En yüksek makam sensin, en yüksek makam sensin yarabbi. Sana havale ediyorum.

Derin nefes aldı, rahatlamıştı. Boğazında tıkanan düğüm çözülmüş gözünün önündeki karanlıklar kaybolmuştu.

Güneş batmak üzereydi. Bindiği hayvanın üzerinde, bacaklarını sallıyor, yavaş yavaş köye yaklaşıyordu. Köye iyice yaklaşmıştı ki karşısına çıkan birisi:

-Boşa gittin şikata, bugün yabanda ölüsünü buldular, dedi.

- Sizin Kemal 8 Haziran’da el koyacaklarının listesini yapıyormuş Hıdır kardeş, duydun mu

- Duydum ama anlatamıyorum bizim Kemal’e, 8 Haziran’da partisine el koyanların ona yol vereceklerini...

_________________________________________

Bizimkiler, bizimkiler! 

 (Ömer Seyfettin’in Forsa’sı böyle başlıyordu.)

TRT’nin “Bizimkiler” dizisi vardı. Çok senelerin çok haftalarında bakmıştık, cevabını alırsınız seyredenlerinden.

Ne kalmıştır akıllarında, sorusundan ziyade, nelerinin olmadığını cevaplamaları daha kolaydır, o diziye seyirle muhatapların.

Bayramları olmazdı,

Ramazan gelmezdi,

Kandil Gecelerinden de habersizdiler.

Dolayısıyla kahramanlarına öykünen, onlardan birinin hayatını kendi bedeninde yaşatmak isteyen kimseleri de olmadı seyircilerinin arasından.

Yine TRT’de uzun süren dizilerden “Küçük Ev” derseniz seyredenlere, kilise sahneleri canlı bir hristiyan aile görüntüsü tazelenir hafıza sayfalarından.

Yaşar Kemal, edebiyatımızın “Bizimkiler”idir.

Çok okundu, diyorlar.

Başkalarına, başka ne yayınlattılar da okunmadı

İnce Memed’i bilmem.

“Çakıcı Mehmet Efe”yi anladığım ilkokul çocukluğumdan beri dağda hak arayanlara güzel bakmadım. Dağlı olmama ragmen “Dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu’nu, atlı köroğlu’ndan daha az sevdim.

Hikayelerinde ise kahramanlarını ve konu insanlarını az merhametli yazmasına tek cevabım vardı: Solcu olunacaksa, sert olunacak!

Elli yıl öncesinin Beyazsaray kitapçılar çarşısındaki TİP toplantılarında attığı yumruklar hatırlandı da, onbeş yıl öncesinin 28 Şubat’ına attığı bir tek cümlesi hatırlanmadı.

Şu iki kelimeyi, “ikna odaları” kelimelerini duyduğunda neden tüyleri diken diken olmamıştır bir Nobel adayının

İnce Memet serisini yazmaya ikna edilmesinden midir, bir kartel patronunca.

Neden, diye sormuştu gazete müvezzii çocuğa, okumuş adam pozundaki müşterisi.

- Neden İnce Memet seri kitap oldu

- Alıştıklarından, demişti müvezzi çocuk. Adı İnce Memet olmayan kitapları okumuyorlar.

Rauf Tamer mi idi, seri İnce Memet’ler üstüne o espriyi yazan İyi tutmuştu o günlerde.

“Bundan sonrakinin adı İnce Memet killing’e karşı olsun!” (Killing, Son gazetesinin iskelet maskeli eşkiyası.)

“Bizimkiler”imiz Yaşar Kemal’in geçmişte bu sayfalarda yayınladığımız bir küçük fıkrasını bir kere daha hatırlatırken, defnedildiği mezarlık için 1937 yılının Teşrinievvel’inde yapılan bir değerlendirmeden de haberiniz olsun istedik.

Allah taksiratını affetsin!

Bahtiyarlık

Yaşar Kemal, doğu illerinde röportaj yapıyordu. Dağ başında ağlayan ihtiyar bir kadına rastladı:

- Nine ne ağlıyorsun Diye sordu.

- Bizim oğlanı, canavar paraladı.

- E, sen de niye dağ başında yaşıyorsun. Kasabaya insene..

İhtiyar kadın başını salladı.

- İnek de nidek Aha orada da belediye var.

Makara İşleri

Dünkü gazetelerden birinde okuduğum haberin başlığı şu: “Hırsızlar 8 saatte tüm fabrikayı boşalttı.”

8 saat süren bir hırsızlık.

Sabahleyin fabrikasına gelen adam, sabaha kadar süren hırsızlığı kimsenin fark etmemesine şaşırdım, demiş. Uzun süren hırsızlık zamanlarına erdik.

Aylarca süren hırsızlıklar bilinmiyorken, görülmüyorken bir gecelik hırsızlığın fark edilmemesine neden şaşırırki insanımız