Odayı boşaltalı ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyorum. Oturduğum yerde öylece kalakalmıştım. Gerçek dünya ile hayal âleminin arasında bir yerde yaşıyor gibi hissediyordum. Aslında nerede olduğumun farkında değildim. Bilmediğim için böyle kaçamak bir tanımlama yapmak zorunda kaldım diyebilirim. Anlatılması imkânsız bir zaman dilimini nasıl tarif edebilirsiniz ki? Bazı şeyleri anlatamazsınız zaten. Sadece etrafınıza konuşursunuz ve insanlar anlıyormuş gibi yapar, kafa sallar, sizle beraber dertlenir gibi yapar falan ama ne siz anlatabilirsiniz ne de onlar anlayabilir. İçlerinden daha önce aynı acıyı yaşayanları ayrı tutuyorum. Belki de anlamak, önce yaşamak, tecrübe etmektir. Kim bilir.
Nereye baktığını, hangi sesleri duyduğunu, zamanı, mekânı, etrafı, olanı biteni bilmeden geçen bir süre ve ben hâlâ odadayım. Bir el omzuma indikten sonra kendime gelir gibi oldum. Kendime gelir gibi oldum demek bile çok fazla aslında, zira neredeyse altı ay geçmesine rağmen hâlâ kendime gelemedim. Nerede yaşadığını bilmeden ara sıra dünyaya gelip giden bir yabancı gibi hissediyorum ve kimsesiz, çaresiz, yapayalnız, terk edilmiş gibi. Etrafındaki insanların bir tiyatro sahnesinin usta oyuncuları gibi zaman geçirdikleri yerden çok fazlası değil artık dünya benim için. “Çok zor”, derlerdi de inanmazdım. Dedim ya, yaşamayan, “anladım, bildim” demesin. Kardeşim Muhammed kendine çekip sıkıca sarıldı. Bir an için emaneti devralmış gibi hissettim. Artık babam yok, sen varsın diye sarılmıştı sanki. İnsan bazen konuşmadan anlatır ya, işte tam da öyle bir an ve öyle bir sarılmaydı. Bir süre sarıldı ve belki de hayatında hiçbir zaman, o kadar konuşmadan, sessizce anlatmamıştır kardeşim. Bir süre sarıldı, sıktı, sustu, tekrar sarıldı, hiç konuşmadı ama o kadar çok şey anlattı ki, anlatamam.
Babamı kaybedeli az bir zaman geçmişti. 40 yaşımdaydım. O yatağında sessizce yatıyordu. Sadece bedeni ile karşımda, beyaz çarşafın altındaydı. Odayı boşalttığımı hatırlıyorum, oturduğum yerden kalkamamıştım. Kısa bir süredir oradaydım ama o süre bir 40 yıl daha geçmiş gibiydi. Bir 40 yıl geçti gözlerimin önünden. Bir 40 yıl daha yaşadım, bir 40 yıl daha yoruldum, bir 40 yıl daha koştum, ağladım, düşündüm, dinledim, anladım. Oturduğum yerden kalkamadım. Kalkıp ne yapacaktım ki? Kalksam nereye gidecektim, kalksam ne olacaktı ki?
Normalde erkek çocukları anneye, kızlar babaya bağlıdır derler. Bende durum biraz farklıydı. Her nedense babama o kadar çok bağlıydım ki, o kadar çok bağlanmışım ki. Oturduğum yerden kalkamadım, kalkamıyordum. O an aklıma her gün bir şekilde karşıma çıkan vefat paylaşımları geldi. O okuduğum mesajlardan şimdi bir tane de ben paylaşmak zorundaydım. Ne olursa olsun, nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, toplumdan ayrı hareket edemiyorsunuz, insanlar peşinizi bırakmıyor. Başınızı alıp dağlara çıkmak istediğiniz bir an herkesin sizin yanınızda olmayı düşündüğü bir an oluveriyor. Bu dünyaya geldiyseniz uymanız gereken kurallar var. Başka çareniz yok.
Oturduğum yerden kalkamadım ama mesajı yazdım. Kalan son kuvvetimi de mesaja harcamış gibi oldum. Sanki biri elimden tutup kaldırsa ellerimi bıraktığı gibi yere yığılıp kalacağımı düşündüm. İnsanın ruhunun yorgunluğu en ağırı olsa gerek. İç yorgunluğu mu dersiniz, ruhsal çöküntü mü, duygusal felaket mi neyse o. Bir anda, günlerce aç ve susuz kalmış, en ağır işlerde çalışmış gibi hissetmek. Neyse işte, anlatamıyorsunuz. Bir taraftan telefon çalmaya başlamıştı. Mesajlar, aramalar, ardı ardına gelmeye başladı. Öyle bir an ki telefonu açıp “alo” diyecek takatiniz kalmamış ama her şeye rağmen hayat devam ediyor. Kalanlar için böyle bir gerçeklik var. Telefonlara bakacaksınız, sorulara cevap vereceksiniz, yemeye, içmeye, nefes alıp vermeye devam edeceksiniz. Hayat işte böyle. Arkanızdan ölüme doğru iterken de önünüze geçip nefesinizi kestiğinde de hiçbir şey yapamıyorsunuz.