Bu hafta da birlikte okuyalım istedim. Muhakkak birçoğunuz okumuşsunuzdur bu kitapları, belki sizler de altını çizmişsinizdir. Ama geriye dönüp baktıkça hele bugün daha farklı bir anlam içeriyor. En azından ben öyle algılıyorum ya da yorumluyorum. Bazen yeniden gözden geçirmek, yeni bir şeye başlamaktan daha iyi geliyor. Üzerine düşündükçe hissiyatımız, duruşumuz, düşüncemiz ne kadar da bizden uzaklaşıyor. Hayatın gerçekleri diye kendimizi ikna etmeye başladığımız yerde ideal algımız romantizm olarak adlandırılıyor. İdealist olmak ise küçümseniyor. Her şeyin bu kadar hor ve kötü kullanıldığı bir zamanda “değer”lerin teker teker güncel siyasete çerez yapılması ise ayrı bir hastalık alameti olarak karşımızda duruyor. Her şeyi iyi görmek, göstermek ayrı bir ruhsal bozukluğun alameti olabilir. Hiçbir şeyi dert etmeyen, sorgulamayan bir toplumun alabileceği bir yol, mesafe yoktur. Durarak, bekleyerek bir yere ulaşmış hiçbir toplum, topluluk daha yeryüzünde görülmemiş ama bizde öyle bir haletiruhiye hâkim ki her şey olmuş bitmiş ve de herkesin kıyameti kopmuş gibi. Haliyle insan üzülüyor. Üzülmek, sancı çekmek de bir yaşam belirtisi olabilir.  Neyi, nerede kaybettiğimizi hatırlamak bize yardımcı olabilir. Okudukça hatırlamaya çalışıyorum.

“Aklımızın âlemi bütün halinde kavrayışı demek olan felsefe, ahlakımızın da sanatkârıdır. Âlemi bütün halinde görüş ve anlayış sayesinde ahlakımızın rotasını çizebiliyoruz. Eğer dünyanın bütün halinde görüşüne, yani felsefi görüşe sahip değilsek, etrafta klişe halinde ahlak çerçeveleri araştırır, yabancı veya hurda haline gelmiş örfleri, hiç tenkit etmeden yani aklın potasından geçirmeden ahlak diye benimseriz ve her birimizin hurda çarşısından tedarik ettiği örflerin kırıntısıyla birbirimize çarparız, deviririz, felsefi olmayan cemiyet, ahlak nizamı denen vicdanlarımızı denkleştirici selamete ulaştıramaz. Böyle bir cemiyette vicdani tecelliler, vicdan yolları ayrılır ve nihayet birbirini kaybeder. Bir tarafta kadın kapkara bir örtüye girerken öbür tarafta bütün örtülerden ve hayat perdelerinden sıyrılmayı ilerilik sanır. Bir yandan gençliğe itaat tavsiye edilirken öbür tarafta isyan fazilet olur. Bir zümre kelimelerin ırkının tahkik edercesine uydurma bir dil milliyetçiliği icat ederken, yanı başındaki zümre milletin tek kelimesini bırakmamaya azmetmişçesine bozuk Batılı kelimelerle konuşur; milli çatı altında Avrupalı kelimelerin istilasına uğramamış ne meslek ne sanat ne de mektep adı kalır. Bazıları akıl ve kalp yolundan gelme kaideleri putlaştırırken, başkaları kalp ile aklın bütün düşmanlarını putlaştırırlar. Bir kısmı kaidelere hayran yaşarken, diğerleri kaideleri çiğnemekten zevk alırlar. Bir kısmının hürmet ettiğinden öbürleri nefret duyar. Birçok elin alkışlarını, o alkışlarla oyulan kalplerin ahı karşılar. Millet mektebinin bir yanında yabancı ruh aşısı yapan mektepler gönüller fethederken, öte yanda hafız kursları rekor kırarlar. Sonda millet fertleri arasında ahlak ve ruh beraberliği kalmaz. Kimimizin aşkı, kimimizde lanet konusu olur. İki ahlak, adeta iki millet ideali yaratır. Biri elbette öbürüne düşman yaşayacaktır. Vaktiyle XI. yy’da Anadolu’da milli birliğimizi kuran hareket, ruh ve ahlak birliğinden kuvvet almıştı. Bilahare medeniyet yayıcı istilalarımız da aynı ruh birliğinin meyvesi olmuştu. Bugün bizim de medeniyet semalarında yükseklere tırmanabilmemiz, maddenin bilgisinin üstünde bir ahlak ideali, bir ahlak felsefesi yaratmamızda kabil olacaktır.” (Nurettin Topçu / Dergâh Yayınları, Yarınki Türkiye, syf. 62/63)

*

“Başarılı politikacıların kendi içlerinde hep yenilmelerinden ötürü, başkalarının önünde yenilmeye dayanamayacaklarını biliyordum. Bir insan çifte yenilgiye katlanamaz. Onların yükselmek için sürekli uğraşmalarının gizi budur. Başkaları üzerinde kurdukları iktidar onlara bir üstünlük duygusu verir. Yenilgiye uğradıklarını unutup, zafer kazanmış sayarlar kendilerini. Önem verdikleri tek şey olan büyüklük görünümünü yaymaya çalışırken, içten içe ne kadar boş olduklarını gizler bu zafer. (…) Çünkü gerçek kolay ve yakındır. Bu yalınlığın içinde de vahşi bir güç yoktur. Yaşamın vahşi, ilkel gerçeklerine ancak yıllar süren bir savaşımın sonunda varabildim. Çünkü insanlar yaşamın yalın ama çirkin ve güçlü olan gerçeklerine birkaç yıl içinde varamazlar pek. Gerçeğe ulaşmak artık ölümden korkmamak demektir. Her ikisiyle de yüz yüze gelmek büyük bir cesaret gerektirdiğinden, ölümle gerçek birbirlerine benzer. Gerçeklerde insan öldürdüğü için; ölüm gibidir.”  (Neval El Seddavi / Metis Yayınları, Sıfır Noktasındaki Kadın, syf. 92, 105)

*

Kendi kendine yalan söyleyen ve kendi yalanını dinleyen o hale gelir ki, artık ne kendisindeki ne de çevresindeki hiçbir gerçeği ayırt edemez, bu yüzden de hem kendisine hem de başkalarına saygısızlık eder. Hiç kimseye saygı duymayan biri sevmekten de vazgeçer, sevgi olmayınca kendini oyalamak ve eğlendirmek için ihtiraslara ve kaba zevklere kendini kaptırır ve işlediği kusurlarda bir hayvanın düzeyine iner, bütün bunlarsa insanlara ve kendine sürekli yalan söyleyememekten ileri gelir. Kendi kendisine yalan söyleyen biri, herkesten önce kendisi gücenir. Ama gücenmek bazen insana çok hoş gelir, öyle değil mi? Oysa insan, hiç kimsenin kendisini gücendirmediğini, bu gücenikliği kendi kendine uydurduğunu ve laf olsun diye yalan söylediğini, bir sahne yaratmak için her şeyi abarttığını, bir kelimeye aklını taktığını ve pireyi deve yaptığını bilir, kendisi gücenir, böylece de işi gerçek bir düşmanlığa kadar vardırır… (Dostoyevski/Karamazov Kardeşler, Can Yayınları, syf. 67)

*

Bazen satırların arasından çıkarıp başımızı etrafımıza baktığımızda uzun bir süredir kimsesiz ve yalnız olduğumuzu fark ediyoruz. Sanki herkes bir yerden bir haber alıp da bir an evvel çekip gitmiş de öylece kalakalmış gibi. Kimsesiz, ıssız ve de yapayalnız. Çoğunlukla da bir başına… O kadar dar bir zaviyeden hayata bakmamız isteniyor ki sanki her şey için bir limit konmuş da onun dışında bir şey yapan hemen aforoz ediliyor gibi. Belirsizliklerin çoğalıp, yoksunlukların her türlüsünün normalleştiği bir zeminde çoklu organ yetmezliği çekiyoruz. Her türlü kötülüğün, bencilliğin, sultanın (her ortamda) kabul edilebilir hale gelmesi ile kimse kendi farkını ortaya koyamadan hatta koymaya bile çekinerek ve kendinden vazgeçerek var olma çabası içerisine giriyor. Neyin varlık, neyin yokluk olduğunun belli olmadığı bir satıhta tekinsiz bir şekilde sürükleniyoruz. Sürekli dayatılan üretilmiş gerçekliklere iman etmemiz aksi takdirde tekfir edilme tehdidi ile burun buruna bir yaşantı yaşıyoruz. Neredeyse kendimizi tanıyamayacak hale geliyoruz. Haliyle bir yol alabilme ümidi de kayboluyor. Sahte örüntülerden çıkmak için hakikatin çilesine talip olmak gerekiyor. O da zor bir mesele… Bu zamanda zor! Hoşça bakın zatınıza…