Öncekİ yazıyla birlikte okunmasını tavsiye ederek kaldığımız yerden devam edelim…

(Açıklama: Bu başlık altındaki birinci yazımız bir ay önce 14 Kasım 2022 tarihinde yayımlandı... Konuya devam edemedik, çünkü “Taksim’deki terör” olayı gerçekleşti, “Terör, Taksim’de terör ve çözüm önerilerimiz- 7” başlıklı yedi yazı yazdık ve devam eden değişik konularda birlikte toplam olarak 25 yazı yazıldı… Önce son üç yazımızın ana başlığını tekrar hatırlayalım; “Çare Millî Görüş’te, kurtuluş Adil Düzen’de - 3”. Sonra özellikle yönetici ilgililerimiz ile bu konularla ilgilenenlerin istifade etmesi dua ve dileklerimizle “Millî Görüş, Adil Düzen ve Hz. Peygamber Sünneti” başlıklı yazılarımıza kaldığımız yerden devam edelim.)

İslam öncesi Arabistan’da kabilesi olmayan ya da herhangi bir kabileden sığınma hakkı elde etmemiş birinin can ve mal güvenliği olmadığı düşünüldüğünde, insanın bir kabileye bağlı olması hayati idi. Bir kabileye bağlı olmamak ya da bir kabilenin himayesinde olmamak intiharla eş sayılmaktaydı. Kabileciliğin belirlediği sınırlar neye izin veriyorsa Arab’ın vicdanı da ona izin verirdi. Yani Arab’ın vicdanı kabilesiydi. Kabilenin bir ferdine yapılan saldırı bütün kabileye yapılmış sayılır ve doğrusu-yanlışı sorgulanmaksızın intikam almak tüm kabile üyelerinin üzerine bir borç olurdu. Aynı şekilde kabile mensuplarından birinin işlediği suçtan kabilenin tüm üyeleri sorumlu olurdu. Saldırıya uğrayan kabile intikam almak için zayıfsa, güçlü kabileden yardım isteyebilirdi. Başka bir deyişle tüm ilişkiler ağı kabile dayanışması ya da çatışması çerçevesinde işliyordu. Kabile ilişkiler ağının özü “Ben ve kardeşim amcaoğluna karşıyız, ben ve amcaoğlu yabancıya karşıyız!” biçimindeki bir anlayışa dayalıydı. Bir kişi kısası göze almadan güçlü bir kabilenin üyesini öldüremezdi. Her kabilenin yaşlı ve ileri gelenlerinden oluşan bir “kabile meclisi” vardı. Meclisin başında aralarında istişare ile seçtikleri “seyyid” (sonraki dönemlerde “şeyh” olarak isimlendirildi) denilen bir kabile reisi bulunurdu.

İlahi davet başlangıçta tevhidi, imanî, ahlâkî ilkeler içerse de, Mekke’ye hâkim olan Kureyş, İlahi daveti siyasi bir biçimde okuyup ona karşı siyaset uygulamıştır. Bu da Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in İlahi davetinin inanca dayalı siyasi bir içerik ve programa sahip olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, Kureyşliler İslam davetinin başarılı olması durumunda, Kâbe’nin sahibi olarak “panayır” ve “hac” ile ilgili ticari çıkarları ile bizzat varoluşlarının temeli olan kabile asabiyetinin sarsılacağını iyi hesap etmiş ve ona karşı siyasi bir duruş sergilemişlerdir. Dolayısıyla Mekke döneminde çatışmanın iki tarafı belirginleşmiştir. Bir yanda “inanca dayalı siyasi-hukuki” temelli ilk İslami topluluk, diğer yanda “kabile asabiyetine ve bunu besleyen ticari unsurlara dayalı yönetim” bu çatışmanın taraflarıdır. Nitekim bu süreçte Hz. Peygamber de mevcut kabile asabiyetine dayalı yönetim anlayışını ortadan kaldırabilecek hem iç destek hem de bir dış destek elde etmeye çalışmıştır.

Mekke’de merkezi yönetimin olmaması her kabileyi idareci olmaya sevk etmişti ve her kabile kendi kurallarını yürürlüğe koymaktaydı. Araplar hiçbir zaman bir kralın yetki ve otoritesine sahip kişiler tarafından yönetilmeye razı olmamışlardır. Kabile reisi (seyyid, şeyh), anlaşmazlıklar meydana geldiğinde hakemlik yapan kişi konumundaydı.

“Kabile nizamının esası asabiyetti” dedik. Asabiyet; bir kimsenin kabilesini -ister haklı ister haksız olsun- her zaman savunmaya hazır olmasıdır. Bu anlayış ve bu ruh, dış tehlikelere karşı koymak veya saldırı yapmak gerektiğinde bütün kabile üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur. Bu ruh bütün kabile fertlerini birbirine bağlayan unsurdur. İslam öncesi Arap toplumunda bu asabiyet gerçeğini, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” atasözü en güzel biçimde anlatmaktadır.

Kabilelerin kendi yönetimlerine ve merkezlerine “nâdî”, oligarşik yapının yönetimine ve merkezine de “dâru’n-nedve” adı verilmiştir. Bu iki aşamalı yönetimin alt organı olan nâdî (toplantı yeri-mahalli karar alma organı) ile ilgili olarak Kur’an’da, “Siz nâdînizde hakkaniyetsizlik mi üretirsiniz? O kendi nâdîsini toplasın. Biz de zebanilerimizi çağırırız.” (Neml 29; Ankebut 29) gibi ifadelerle nâdîlerin varlık ve fonksiyonlarına işaret edilmektedir.

(Devamı var.)