Yaklaşık yüz yıl önce bir “Kurtuluş Savaşı” verdik. Bu savaşa yediden yetmişe bütün vatan evladı iştirak etti. Şanlı bir mücâdeleydi. Zaferle neticelendi. Yurdumuzu işgâl eden düşman defolup gitti. Ancak onlar giderken bize diş bilemişlerdi. Bu şamarın acısını çıkartacaklardı.

Düşmanlarımız, bu defa planı değiştirdiler. Bizi ruh cephemizden vuracaklardı. İşte o düşmana darbe üstüne darbe vuran şehâdet şuûrunu, cihad şuurunu, İslâm’a ve Kur’an’a olan bağlılığını ortadan kaldıracaklardı. Bu bin yıllık İslâm diyarında yaşayanları ruhsuz robotlar haline getireceklerdi. Öte yandan bu ülkenin ekonomisine de el atacak, limanlarını, tesislerini, arazilerini satın alacak, ekonomik yönden kendilerine bağlı hale getireceklerdi. Öyle ki yüz yıl sonra bu vatanın insanları öz yurdunda garip, öz yurdunda parya olacaklardı. Onların planı buydu…

Planın ilk şıkkı Lozan’da devreye konuldu. 6 Ekim 1950 tarihli Büyük Doğu’nun 29. sayısını okuyanlar, bu planın içyüzünü göreceklerdir. Planın mimarları, İngilizlerle Yahudilerdir. Perde önündeki aktörler; İngiltere Başbakanı Lord Gürzon’la Mısır Hahambaşısı Hayim Naum’dur. Şeytana pabucunu ters giydiren bu iki ismin ortak vasfı, ikisinin de Yahudi oluşudur. Hayim Naum, Mısır Hahambaşısı olmadan evvel, ülkemizi temsilen Lozan’a giden Murahhas Heyeti’nin arasına “müşavir” sıfatıyla dahil olmuştur. Naum İngilizlere ve diğer Batılı ülkelere; “Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum” demiştir. Bu sıradan bir söz ve sıradan bir taahhüt değildir. Lozan muâhedesinden sonra İngiltere Avam Kamarası’nda “Türklerin istiklâlini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap şöyledir: “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.”

Peki, sonrasında neler oldu? 24 Temmuz 1923’ten sonra hilâfetin kaldırılmasından başlayarak yapılanları hatırlayınız. Ezan-ı Muhammedî’nin yasaklanmasını, Kur’an öğrenmenin ve öğretmenin engellenmesini, camilerin satılmasını, kapanmasını, vs… vs…

Derken Millî Şef’in 1949’da Amerika ile yaptığı Fulbright Eğitim Anlaşması’nı… Şu an da geçerli olan anlaşmayı…

Hikaye uzun ve dikkatli okunduğunda, insanı hüngür hüngür ağlatır. Gele gele 2002 yılına gelindi. 3 Kasım 2002’de AK Parti tek başına iktidar oldu. O tarihten bu yana da iktidarda. Bu 17 yıllık zaman zarfında, Avrupa Birliği’ne (AB) girmek uğruna “uyum yasaları” diye binlerce kanun çıkarıldı. İşte 24 Kasım 2011’de TBMM’de 26 dakikalık bir görüşmenin ardından Meclis’teki dört parti milletvekillerinin oylarıyla kabul edelin İstanbul Sözleşmesi de bunlardan biriydi. Bizi 60 yıldır aralarına almayan AB’nin isteklerinden binlercesi “kanun” adı altında kabul edilmişti. Bunlar arasında zinanın serbest bırakılması, yuvaları dağıtan yığınla düzenlemelerin yapılması, eşcinsellere geniş haklar sağlanması, süt bankası kurulması vs… vardı.  Bütün o düzenlemelerin neredeyse tamamı bu ülkede yaşayanların yüzde 99’ununun inancına, örfüne zıt şeylerdi. Nitekim boşanmalar yüzde 500 arttı. Yüz binlerce erkek evden uzaklaştırıldı. “İstanbul Sözleşmesi” yüz yıllık planın “altın vuruşu” olmuştu. Gerçekte insanlıkla bağdaşmayan sapkınlık övülmeye, o sapkınlıkla ilgili Kur’an’ın hükümlerini hatırlatanlar sosyal medyada linç edilmeye kalkışıldı. Bazı barolar Diyanet İşleri Başkanı hakkında dâvâ açılmasını istedi. Bu cür’etin dayanağı da İstanbul Sözleşmesi idi…

Aslında çok söze gerek yok. İşin özetini ben size arz edeyim: Dünkü düşmanlar, topla, tüfekle yapamadıklarını sözde “insan hakları, kadın hakları” adı altında yapmaya çalışıyor. Bu ülke insanlarının genleriyle, kodlarıyla oynuyorlar. Bazı vicdan sahipleri de yıllar sonra; “Hata yaptık! Neye parmak kaldırdığımızı bilmiyorduk!” diyor. İyi de kardeşim, henüz fırsat elde iken düzeltin. Kaldırın şu mel’anet uygulamaları. Kurtuluş Savaşı veren şehitlerimizin ve gâzilerimizin ruhlarını daha fazla muazzep etmeyin…