Ağaçlardan söz ederken “yaşlanıyor” demeyiz. Onların göğe doğru uzadığını, köklerini derinleştirdiğini, gövdelerinin güçlendiğini söyleriz. Bir ağacın yıllar içindeki serüveni eksilme değil, çoğalmadır. Her yeni halka, varoluşuna işlenmiş bir kazançtır. Oysa kendimize gelince aynı dili kullanmayız; biz “yaşlanıyoruz” deriz. Bu kelime, beraberinde tükenmişliği, bitişi, gölgeleri taşır. Belki de sorun, zamanı nasıl adlandırdığımızdadır. “Yaşlanma” ve “büyüme” kelimeleri aynı biyolojik sürece işaret etseler de etimolojileri ve çağrışımları birbirinden oldukça farklıdır.

Yaşlanma, Kök: yaş + -lan- (fiil yapım eki) + -ma (isim-fiil eki). “Yaş”: Türkçede hem “hayat süresi” hem de “taze, ıslak, diri” anlamına gelir. (Nitekim “yaş ekmek”, “yaş sebze” deriz.) “Yaşlanmak”: Zamanla “hayat süresinin ilerlemesi, ihtiyarlığa yönelmek” anlamını kazanmıştır. Çağrışım olarak ise bir sona doğru gidişi, güç kaybını, yavaş yavaş çözülmeyi çağrıştırır.

Büyüme, Kök: büyük (

Nedir bu iki kavramın arasındaki fark diye bakarsak; yaşlanma, zamanın ağırlığını, geriye doğru bir bakışı, kaçınılmaz bir çözülüşü ima eder. Büyüme ise sürekli bir hareketi, gelişimi, açılımı ve yaşama doğru genişleyen bir ufku ima eder. Ağaç için yaşlanma yerine büyüme deriz çünkü onun gövdesi kalınlaşır, dalları artar, kökleri derinleşir. Onda olgunlaşma vardır, çürüme değil. İnsana gelince, dilimiz çoğunlukla “yaşlanma”yı seçmiştir; çünkü biyolojik gerilemeyi öne çıkarır. Oysa aynı sürece “büyüme” diye baksak, her yeni yılı olgunluğun ve derinleşmenin işareti sayabiliriz.

Tasavvufta insanın yolculuğu sadece bedensel değil, ruhsal bir tekâmül süreci olarak görülür. Zaman, insanı yıpratan bir düşman değil; aksine ruhu arıtan, olgunlaştıran bir dosttur. Yaşlanma kelimesi, bedensel çöküşü ve faniliği öne çıkarır. İnsan için bir “azalma” duygusu uyandırır. Büyüme ise tasavvufta “insanın iç âleminin genişlemesi” ile örtüşür. Çünkü her yeni tecrübe, insana bir katman daha ekler; tıpkı ağacın yıllık halkaları gibi. Mevlânâ’nın bir sözü bunu çağrıştırır:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,

her gün bir yere konmak ne güzel.

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.”

Burada yaşlanma değil, büyüme vardır; çünkü insan değişerek, kabuklarını kırarak, yeni boyutlar kazanarak ilerler. Felsefi açıdan da şöyle diyebiliriz: Yaşlanma kronolojik bir sayım, yani takvimsel bir gerçekliktir. Büyüme ise varoluşsal bir imkândır, insanın kendi özünü derinleştirmesi, bilinç ve erdem bakımından genişlemesidir. Dolayısıyla, tasavvufi bir bakışla insan aslında “yaşlanmaz”; insan “büyür”, “kemale erer”. Ölüm bile bu büyümenin sonu değil, yeni bir aşamasıdır.

Dil yalnızca konuştuğumuz bir araç değil, dünyayı algılayışımızın aynasıdır. Montaigne, “Hayatın en büyük hatası, ölümü sürekli düşünmek değil, hayatı yeterince düşünmemektir” derken aslında bu aynayı işaret eder. Yaşamı “yaşlanmak” fiiliyle tanımlamak, varlığımızı gölgeli bir pencereden seyretmek gibidir. Oysa “büyümek” dediğimizde aynı süreci başka bir ışıkla kavrarız: tecrübelerimizin birikmesini, ufkumuzun genişlemesini, köklerimizin derinleşmesini.

Mevlânâ’nın bir dizesi vardır: “Dünya ağacına her gün yeni bir yaprak gibi asılırız.” Bu bakış, varoluşu çürüme değil, yenilenme üzerinden anlamlandırır. İnsan da tıpkı ağaç gibidir; her yıl, içimizde görünmez halkalar oluşur. Kimimizde bu halkalar sabırla, kimimizde acıyla, kimimizde sevinçle işlenir. Zaman, bizden bir şeyler götürür ama aynı zamanda içimize başka şeyler katar: hatıralarımızı, yaralarımızı, yeniden başlamalarımızı.

Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da zamanın insanı olgunlaştıran bir dost olduğundan söz eder: “Her şeyin kendi zamanında olması gerekir; tomurcuk bile açmaya zorlanmamalı.” Bu cümle bize şunu fısıldar: Yaş almak, bir eksilme değil; içimizdeki tohumun çiçeklenmesine izin vermektir.

Ama modern hayat bize başka bir hikâye anlatıyor. Reklamlarda, filmlerde, gündelik sohbetlerde yaş almak hep “kaybetmek” üzerinden konuşuluyor. Kırışıklıklar gizlenmesi gereken bir ayıp, beyazlayan saçlar örtülmesi gereken bir kusur gibi sunuluyor. Böylece insan, kendi zamanını düşman bellemiş oluyor. Oysa ağacın dallarında olduğu gibi, insanın varoluşunda da her yıl yeni bir halka vardır. Bu halkalar, kaybın değil kazanımın izleridir.

Büyüme yalnızca çocuklukta gerçekleşmez. Çocukken boyumuz uzar, gençken ufkumuz genişler; yaş ilerledikçe hikâyelerimiz derinleşir. Ruhun büyümesi, gövdenin büyümesinden daha uzun solukludur. Bir düşünürün dediği gibi, “yaş” yalnızca kronolojinin bir işaretidir; asıl mesele, ruhun hangi yöne doğru genişlediğidir.

Mevlânâ, “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek gerek” derken insanın her gün yeniden büyüdüğünü, her sabah yeniden doğduğunu hatırlatır. Bu, zamanla barışmanın değil, onunla dostluk kurmanın dilidir. Çünkü insan, zamanı karşısına aldığında eksilir; onu yanında yürüyen bir dost olarak gördüğünde ise büyür.

Asıl mesele şu soruda düğümlenir: Zaman bizim düşmanımız mı, yoksa en yakın yol arkadaşımız mı? Ağacın dallarına bakarken büyümeyi görüyorsak, kendimize bakarken neden çürümeyi görmekte ısrar ediyoruz?

Belki de mesele, zamanı nasıl okuduğumuzda saklıdır. Hayatın her evresini, her yılı, her kırışıklığı, bir eksilme değil bir eklenme olarak görmeye cesaret ettiğimizde başka bir ufuk açılır önümüzde. Montaigne’in dediği gibi, “Yaş almak, ruhun gençleşmesidir.” Çünkü biz yaşlanmıyoruz; biz, büyüyoruz. İnsanın bu büyümesi hasebi ile hürmete ve muhabbete her daim özen göstermek lazım. Modern zamanlarda arıza olarak görülen bu durum aslında büyük bir nimettir ve bizler nimete kem gözle bakamayız. Kültürümüz, inancımız buna müsaade etmez ve bu yüzden bizde hiçbir yaş atalet yaşı değildir. Her daim diri her daim dirayetli olmak bir keyfiyet değil mecburiyettir. Hoşça bakın zatınıza…