Elektrikli aletlerin şehirlerimizde en yaygın olanı hoparlör idi. Belediye anonslarını duyurmak için şehrin dükkanlı caddelerinin aydınlatma direklerine monte edilen geniş ağızlı o ses yükselticileri, o şehirlilerin teknolojiye verdikleri önemi anlatmasının ötesinde, halkın kaynaşmasına da katkı sağlardı. Ha, bir de belediye çalışıyor dedirtmenin yollarından biriydi.
Dikkat dikkat diye başlayan anonslarda, bulunmuş çocuk yahut kayıp inek ilanı yapılsa da arada bir, esas olarak vatandaşa yükümlülüklerini hatırlatma amacı vardı.Mesela berberlerin, hükümet tabipliklerinde asabiyet kontrolü mecburiyeti bu çağrı anonslarından öğrenilmişti.
Belediyelerin, şehirlerinin çarşılarındaki elektrik direklerine verdikleri bu hoparlörlü önemin bir benzerini, camilerin cemaatleri sahiplenmesin mi o yıllarda?
Artık her mahalle mescidinde oda tipi üretilmiş hoparlör vardı. Maksat ulu camide cuma vaazına çıkan müftü efendiyi dinlemek.
Güneydeki, kuzeydeki, doğudaki, batıdaki tüm mahallelerin cemaatleri farklı özellikler gösterseler de, farklı meselelerine cevap arasalar da duyacakları ses tekdi. Resmi TRT radyosunun haftada bir kırkbeş dakikalık diyanet saatinden bir esinlenme sayın siz bunu.
Bir, iki, üç, beş hafta derken, bir cuma o hoparlörlerin toplanıp bir kenara konulduğunu görenler, merak edip sormadılar dahi. Müftü efendi mi verdiği vaazları yeterli bulmuştu, yoksa cemaat mi dinleme zevkini kaybetmişti?
Aynı haberi aynı kelimelerle ve aynı görüntülerle adı farklı birkaç tv kanalında izleyince hatırlayıverdim işte, bu ülke insanlarının birlikte yaşadığı o geçmişi.
Çok kanallı ve fakat standart haberle günlere ermemiz de vardı hayallerimizde, diyebilmemiz için iyice düşünmemiz lazım.
Son dolandırıcı diye duyurulan o genç insanın tombulluğunun öne çıkarılması, Özal günlerinden kazandığı bir alışkanlık mı idi medyamızın, araştırmak gerek.
Oy tombulum, tombulum şarkıcıklarıyla ünlendirdikleri o Özal’la, sadece vücut yapılarını öne çıkararak benzeştirenler, bir mesaj amacıyla mı yapıyorlar bunu, sorusuna da kafa yormalıydık. Alışırsınız, alışırsınız denmişti ya milletin yekununa birden hani.
Dolandıran, dolandırmayı tamamladım ve kaçtım, beyanatını verene kadar yahut uzak ülkelerdeki görüntüsünü internet ortamında paylaşana kadar, neden hiç bir kurumun, hiçbir yetkilinin, hiçbir partilinin, hiç bir haber ajansının, hiç bir hiç bir, hiç birimizin haberi olmuyor?
15 Temmuz’a kadar FETÖ’den haberimiz olmadı sendromu, hükümet danışmanlarının, habersiz yaşamaya mı alıştırdı bizi. Yoksa istediğimiz zaman, istediğimiz kadar haberlendirme hakkı bizdedir, mi diyor birileri? Bilen, duyan var mı? Yani bu sorularımıza cevap sayabileceğimiz dedileri yahut koduları.
“Yazmamış KaadivükeşşafiiCerir-i Taberi
Haberim yok güzelim kimden alayım haberi?”
Mütehassıslarımıza “Aşk nedir” sorusu yöneltildiğinde, asırları aşıp gelen böyle cevapları vardı insanlarımızın. Bugüne bakmayın. Ekranlarına yansıttıkları görüntüleri tarife hacet yok. Geriatri polikliniğindeki doktorları vücutlarının ve vücutların fizyonomisiyle oyalanacakları yaşlara geldiklerini yazmış olabilir reçetelerinin teşhis hanelerine.
Biraz genç olanları da var medyanın çeşme başlarını tutan. Onlar neden bu kadar sağır olmuşlar, parayla para kazanmayı, emekle ve bilgiyle para kazanmaya tercih eden ve her şeyleriyle cemiyet parçası olan insanlarımıza.
Cevabı kolay!
Önce bugüne bakarsak, ki biz birkaç haftadır, “Dolandırıcılar tarihi kronolojisi”ni yayınlamalarındaki niyetlerini ifşa etmeye çalışmıştık. Bir daha okunabilir.
Bugün habersiz bırakan medya, geçmişte nasıl para kazanmıştı onlar üstünden? Sorusu aklımıza geldiğinde “Solcu yazar” diye tescillendikleri için çok çok satan kitapları çıkar karşınıza.
Banker filan, bunların gazetelerinin ilan sayfalarını kullanarak milleti soyup soğana çevirdiği zamanlarda, hesapladıkları tek şey patronlarının ilan gelirlerinden ne kadar pay alacaklarıdır. Besleme basının gazetecileri de besleme olur kuralı..
Sonra oturur yazarlar: “Banker filanca nasıl doğdu.” Baskı dayanmıyor mu solculuk damarlarından yakalanmış hassas okuyuculara, seriye dökülür iş: Banker filan koşuyor, Banker filan mide spazmı geçiriyor kitapları gibi.. Maden bulundu, dibini de kazıyın hesabı.
Sadece biri meraklı olur mu kitap da yazan gazeteci sıfatına. Sıraya girerler.. Devletin kırmızı bültenle aradığı, dolandırıcılığı, yine bunların yayın organlarını kullanarak, Cumhuriyet’in bir erdemi sınıfına sokmaya çalışan kişiyi, “adam” saydırmak için “adam”lı kitaplarında sunarlar okuyucularına.
Neden mi? Faizi, sistemin kan damarlarında kolesterol yaptırmadaki emeği inkar mı edilsin.
Kitapcılıklarında, okuyucularından bu yollarla tahsil ettikleri paralarında, köşklerinde, parti üyeliklerinde gözümüz yok. Neden olsun?
Bu işlerin üretimine takıldığımda üzülmemi engelleyemezsiniz. Onların o kitaplarını okuyan genç kuşağın, bir gün devletin kırmızı bülten yayınlama kurumlarında etkin olduklarında, aldıkları “adam” eden solcu yazar eğitimleri nasıl devreye girecektir? Benim sorma hakkım vardır, ama onlarda cevap verme gücü yoktur; “adam”lıklarından dolayı..
Onlar, yeni malzemelerini eşi varmış, aşiyanı varmış, aşkı varmış, dostu varmış başlıklarıyla tanıtadursunlar, nasıl olsa kaçtığından eminler, bir de biz yazalım istedik. Satılmayan yegane gazetesinde ülkemin.
Sadece yaşını yazıyorlar. 27 rakamıyla. Sanki İsmet Paşa’dan beri yaşıyor sanacağız.
1991 yılında doğmuş. Büyümüş, büyümüş 2001 yılında 10. Yaşını kutlamış. O yıl bu ülke bir başka kutlama daha yapmıştı: AKP’nin kurulması.
2002 seçimlerini kazanırken AKP, tombulcuk 11 yaşındadır. Çocuklarımıza çok iyi gelecek sunmak için geldik; onlar da bize gelecek.. Afişleri cadde boylarının süsü..
2016 yılında akranları devlet kapısına kapılanmak sırasındayken, Tombul genç 25 yaşındadır ve ihtiyacını kendi bankasından karşılamak istediğini cihana duyurmaktadır. Yazımıza konu etmemiz bu tombulu, ülkemizin bir fırsatlar ülkesi olduğunu, politikacılarımızın sicilleri üstünden okutmak sebepli değil.
Solcu yazar eylemlerinden çok fazlası var şimdi.
Bizim de o tombulun yaşında olduğumuz zaman diliminde, marşlar söylüyorduk, heyecanlarımızı doruklara çıkararak..
“Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın.”
Kumaşımızın bayrak dokunuşlu olmasına da çok sevinirdik amma, umut olduğumuzu haykırdığımız bu mısrasını rahmetli Arif Nihat Asya’nın çok aşkla söylerdik.
Bu umut olma halini, Anadolu’muzun eren insanlarının yaşadıklarından, benim kulağıma ulaşan şeklini yazarak, vurgumu güçlendirmek isterim.
Mustafa Özdamar anlatıyor: Ali, şehrin en yeni okulu, İmam-Hatip’e yazdırılır; ilkokul diplomasını kazandıktan sonra. Memnuniyetini o gün işledikleri dersleri ana ve babasına özetleyerek gösterir hergün. İşte o ilk günlerde, Ali’nin peygamber efendimizi anlatması ana babasını çeki düzen içindeliğe çeker.
“Ali’miz peygamberimizin ilmini okumakta. Ona artık Ali efendi diyelim. Yoksa yakışık almaz.”
Evinde artık efendi olan Ali’mizin son cümlesi de vurulmaya değer. O günden sonra anam ve babam rahmetli olacakları vakte kadar ayaklarını uzatmadılar; ben varım diye.” Tv kanalları, Uruguay muhtarı ikamet işlemlerini tamamladıkları dakikada “şok” yayınlarına geçtiler; herkes gibi ben de seyrettim.
Çiftlikbank CEO’su sıfatı vererek, batı eğitimlerinin çocuğu algısını yayarken o tv kanalları, programın sunucusu, cahillik sıfatını dahi kaldıramayacak biri, bağırıyor.
“Delikanlım, işaret aldığın gün atandan/ Yürüyeceksin..millet yürüyecek arkandan! /Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan…”
Alkışcılar beklenen kurtarıcıya kavuşmanın tanıklığıyla avuçlarını patlatırlarken, satmaya kıyamayacakları hiç bir değerleri olmayan reklam şirketlerinin takdimcisinin eşdeğer yaptığı insanımıza bir bakın!
“Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”
Arif Nihat Asya’nın ruhunun bu kadar muazzep edilmesine, oradakilerden vet v kanallarında olayı duyanlardan hiç itirazın olmaması, içimi hala kanatıyor. Az yazdım, zira benim gücüm bu kadar. Üzüntülerimdeki haklılığıma da inansın herkes…
NERDE O ESKİ SOYGUNLAR? ÇOLUK ÇOCUĞA KALDI İŞLER...
Yanında belli bir süre çalışan çiftlik bank’cıyı anlatıyor, işvereni.
“çok gariban bir çocuktu. Temiz ve güler yüzlüydü. İlk başladığında çorabın üzerine giydiği terliklerle işe gelip gidiyordu. Onun bu durumuna çok üzüldük. Yardım ettik. Kendisi, ‘Biz çok zenginiz ama babam ile küstük’ diyordu. Buna rağmen arkadaşları ona üzülüyordu. Kaldığı evin kirasını da çalışan arkadaşları aralarında topladığı para ile ödedi. Hatta mesai saati dışındaki yemek ihtiyacını da biz karşılıyorduk. Çiftlik bank ile ilgili haberleri okuyup izleyince inanamadım. Sonra gerçekten o olduğunu anlayınca çok şaşırdım. İçine kapanık gariban bir insanın böyle bir dolandırıcılık olayına girmesine akıl sır erdiremiyorum.”
Karşı soru sorulmayınca, insanlarımız merhamet damarlarından işte böyle yakalanır. Karşı soru sorma özürlü olmadıklarına göre bu haberi yayan kartelin ajansında çalışanlar, mazeretleri olmalı, patronlarıyla doğrudan alakalı...
Garibanlık, parlaklık, sırıtma gücü o tombul çocuğun, ayakkabısızlığına dikkat çekmeye ayarlı olsa gerek. Bir ayakkabı kaç lira eder? İcabında terlikten ucuz ayakkabılar var. Tanıdıklarındanız diyenler neden içlerini parçalatıyorlar? Hatta hiç kimsenin evinde giyilmeyen ve çöpe atılmayı bekleyen ayakkabılardan yok mu? Orası hangi şehir?
Babasının dışındaki aile fertleri ile kalmamayı özgürlüğüne ve rahata düşkünlüğüne tercih eden bu tombula üzülen arkadaşlarının hiç mi başka dert edinecekleri konu yoktu? Bari aralarında topladıkları parayla, yeni üretilen meslek ağlayıcılarından birini çağırsaydılar, daha bir inandırıcı olurlardı.
Mesai dışındaki yemek ihtiyacının sesine işverenimiz kaç kere katılmıştır?
Bu biraz özel sorulardan sonra, ülkemizin şu an bulunduğu “koruma ve kollama” ortamı ile de anlatacakları olmalı bir işverenimizin. Mesela ayağı yalın bir Suriyeli çocuğu gördüğünde aynı acıma duygusunu yaşadın mı, yoksa o topraklarda kanı dökülen babasını mı suçladın; ne işiniz var burada, diyerek... İlla Suriyeli olmasın, mahallesinde yedi göbek o şehirli Türk çocuklarından ihtiyaç sahibi hiç yok mu? Arada bir Tombul çıkmasını mı bekliyorlar, gazetelerde adları geçmesi için…
Kızılelma caddesinin kaldırımında yürüyoruz. Biraz ilerde Suriyeli olduğunu tahmin etmekte zorlanılmayan bir kadın var, eşimin nökeri olacak yaşta.
Karşımızdan gelen kadınla tam o kadının önünde kesişti yollarımız. Her yerde karşımızdasınız, gibi bir cümlesini duyduğumda, bir kaç adım sonra durdurdum o rahatsızı.
Hiç bir kadının, hiç bir yaşında, başka ülkeye mülteci olmak ve oradakilerin yardımıyla yaşamaya çalışmak gibi hayali olamaz. Sizin de yoktur dedim. Yardım etmeme hakkınızı eğer varsa, bu toprakların bir kadını olarak, sere serpe kullanabilirsiniz. Fakat kaldırımlarınıza sığınmış yaralı kuşlara taş atmak, siyasi düşüncenizle uyuşsa da, bizim selam vereceğimiz ve aynı mahallelerde birlikte yaşayacağımız kadınların işi değildir.
Tombul çocuğun işvereni konusunda sorumlu bakanımız Tüfenkçi bey konuşmaz mı? Aynı haberin altına koymuşlar. Okudum ve anlamadım. Kimden yana idi?
Kelimeleri o kadar ince ayar çekilmiş bir konuşmaki, buradaki iki üniversite diplomasına, Oxford’lardan doktora yapmış olmak ilave etmelidir anlamak isteyenler.
Konuşmasının üçte ikisi, kanaatlerin yanlışlığını anlatırken, kalan üçte birde soğuk su bardağına işaret vardı.
Danışmanlarını kutlarız sayınTüfenkçi bakanın. O kitabı cevabın içindeki kelimelerden yirmi tanesini hiç kullanmamış bakanlarına, telaffuz ettirdiler ya. Gel de kıskanma...