“KARAR” kelimesi dikkate alındığında insan zihni gayri iradi olarak “BAĞLAMA” fiiline geçiş yapar. Bu yüzden insan “Karar Alırken” ve “Karar Verirken” sürekli olarak bir bağlayıcılıkla karşı karşıya kalır. Karar, insanı bağlar ve yahut karar, insanı bağlar ise karar olur. İnsanın kararlarının sonuçlarına katlanmasının zorunluluğu, insanın irade sahibi varlık olduğunun kabulü ile mümkündür. İrade sahibi olmayan hiçbir varlık için bir karar söz konusu değildir. Karar kelimesine yakın bir anlam da Tercih’dir. Tercih yönelişi ifade eder. Bu yöneliş ise iradi olabileceği gibi zorunlu yahut içgüdü nedeni ile olabilir. Tercih ile karar arasında bir öncelik sonralık ilişkisi var gibi duruyor. Tercih bir yönelişi karar ise bu yönelişin hükme bağlanmasını ifade diyor. Bağlayıcılık noktasında “karar” “Tercih”ten daha vurgulu bir kavram görüntüsü vermektedir.

“Karar Almak” insan için zorlu bir sürecin sonuna işaret der. “Kararın Alınması” genel olarak kişinin kendisi ile ilgili bir fiilidir. Bu durumda alınan karar sadece kişinin kendisinde bir bağlayıcılık doğurur. Kötü alışkanlıkları bırakma kararları bu duruma örnek olarak gösterilebilir. “Karar vermek” ise kişinin bir olay ve olgu üzerinde fikir yürütmesi ile vardığı sonuca işaret eder. Bu durumda verilen karar, karar verenin otoritesi nispetinde bağlayıcılık doğurur.  İlk başta insanın “Karar Alması” “Karar Vermesi”nden kolay görünse de gerçekte insanın kendisi için alacağı kararların uygulaması başkası için vereceği karardan daha zordur. Karar almada yaptırım otoritesi yoktur. Bu durum karar alanın alacağı karara uymama potansiyelini tetikler. Alınan kararlar genelde uygulanmaz yahut uygulanamaz.

“Karar Vermek” meselesi dikkate alındığında değinilmesi gereken şey karar veren ve karardan etkilenen arasında ki ilişki biçimidir. Karar veren kişi ya da kurumların karardan etkilenenleri temsil etmesi gerekir mi? Karar verme süreçleri kemiyet üzerinden mi inşa edilecektir? Aslında farkında olalım ya da olmayalım bu sorular demokrasinin varlığını sorgulamanın ilk adımlarıdır. Sorun tam olarak keyfiyet mi kemiyet mi?  sorusunda düğümlenir.

İlkesel olarak kemiyetin keyfiyetin önüne geçirilmesi kesin olarak kabul edilemez. Ancak kemiyetin yok sayılması da en azından işleyiş açısından istenilen bir durum değildir. Kemiyet ile keyfiyetin mutabakatı istenilen durum iken; bu mutabakatın yokluğunda öncelenmesi gereken tartışmasız olarak keyfiyettir. Konunun anlaşılması için güncel bir örnek vermek bizlere yardımcı olacak sanırım: 

Şuanda tamamı ile yamalı bir bohçaya dönen ve kabul edildiği günden beri değiştirilmesi gündemden düşmeyen 80 Anayasası kemiyet dikkate alındığında büyük bir başarı ile kabul edilmiştir. Yapılacak hiçbir değişiklik teklifi anayasanın kabul edildiği zamanda ki kemiyet oranını yakalayamayacaktır. Ancak bu durumda dahi kimse yapılacak olası değişiklikleri sorgulamayacaktır. Sonuç olarak kemiyet ile keyfiyet farklılığı oluşunca selim bir akıl direk olarak keyfiyeti seçecektir.

Bu durumda yapılacak olarak referandumun kendisinde ne olduğu sorusu, yüzde kaç oranı ile evet ya da hayır kararı çıkacağı sorusundan daha önemli ve daha belirleyicidir. Gündemi belirlemeye çalışanlar ne derse desinler, gündemi nasıl yönlendirmeye çalışırsalar çalışsınlar, bizim meselemiz evet ve hayrın çıkıp çıkmaması değildir. Bizim meselemiz kendisinde bu teklifin millet ve vatan menfaatine olup olmadığıdır. 

Gündemi belirleme gayretlerine bir parantez açmam gerekiyor sanırım. Geçenlerde Beyefendi hayır oyu verecek olanlara söylenebilecek en ağır ifadeleri yine söyledi. Buna alıştık, siyasetin dili son birkaç yıldır böyle yürüyor ne yazık ki. Almanya’nın akıl almaz bir şekilde “evet” tercihinde bulunacak olası kitleleri karşısına alması, buna ilave olarak Beyefendi’nin Almanya’ya meydan okuması kitlelerin algılarını cambaza bak kabilinden bir yönlendirmeye işaret ediyor.  Hayır, tercihinde bulunan kişilerin – ana muhalefetin- durumu ise tartışmaya değmeyecek kadar “kemal” yoksunu. Görülen o ki kimse metni okumamış herkes eline tutuşturulan bilgi notları ile siyaset yapıyor.

Ancak evet tercihin meşruiyetini milattan önce yaşamış!!! Ahmet Necdet Sezer ile temellendirmek tamamı ile kendi tarihini ve vicdanını barıştıramamanın ifadesi olsa gerek. Bizler anayasayı fırlatılmasını hatırladığımız gibi başbakanın klasik tabirle sarayda boğdurulmasına da şahit olduk. Dolayısı ile meşruiyeti milattan önce ile temellendirmek kesinlikle doğru değildir. Farkında olalım ya da olmayalım bu temellendirme kendini inkârdır.

Kararımız ne olursa olsun neticenin bu sistemde bağlayıcı olacağının farkında olmamız gerekiyor. Bu bağlayıcılık kandırılma yahut aldatılma ifadeleri ile geçiştirilemeyecek kadar kesin sonuçlar doğuracak. Bunun farkında olmaksızın ali cengiz oyunlarına kanarak karar vermek telafisi zor süreçleri doğuracağa benziyor. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki; Evet demenin ilkesel gerekçesi ortaya çıkmadığı gibi Hayır demenin de ilkesel gerekçesi henüz açıklığa kavuşmuşa benzemiyor. Netice ne olursa olsun meselenin esasa ilişkin olmadığının farkında olmamız ve kutuplaşmayı ifade eden söylemlerden şiddetle kaçınmamız ülkenin ve milletin menfaatinedir. Çünkü süreç kesinlikle milli bir mücadele değildir. Bu coğrafyada millet baki devlet daim olacaktır ve bu durumun referandum ile uzaktan yakından alakası yoktur.