Haydi, kanun edebiyatı yapalım...
Kanun (yasa) ve onunla bağlantılı kelime ve kavramlarla daima mesafeli olmuşumdur. Kendimi oldum olası uzak tutmuşumdur kanunî (yasal) bir izdüşüme sahip olan her türlü çağrışım unsurundan.
Kişiyi belirli ve sınırlı bir vaziyet almaya zorlamaktadır çünkü bunlar. Mevzuat Efendi diyorum bu yüzden o ölçüm biçim kavramlarının tamamına. Hukuk kuralları adıyla da anılmakta meşhurdur kendileri. Fakat onun bu şöhrete layık olabilmesi ancak Hakk ve hakikate şapka çıkarması ile mümkündür. Biz ise onun öyle bir sürecine tanık olmadık ahir ömrümüzde. Tersine, âh ettiren bir adaletsizlik âlemiyle kuşatılmış vaziyette yaşadık durduk...
Herhalde insanları tepki göstermeye sevk eden budur.
Bununla birlikte bizi belli bir kalıba sokmaya çalışanlar, disiplinleriyle bize biçim vermeye kalkışanlar, sürü sürü, dizi dizi maddeyle çıkıverirler karşımıza. Çeşit çeşit isimler uydurup karşımıza koyarlar: Anayasa, kanun, yasa, tüzük, iç tüzük, yönetmelik, kararname, kanun hükmünde kararname, düsturname, yönerge, genelge, içtihat vesaire...
Bunlar arasında belirli bir uyum olsa gam yemeyiz. Birbiriyle değil, kimileyin kendi içlerinde ihtilaflar taşıdığını görürüz kanunların. Kanunî ihtilaflardan bahsedebiliyorsak kanun boşluğu denilen bir nevi kanun dışılığa da ses çıkarmamak gerekir. Öyle ya, Kanun külliyatı denilen devasa kitapta kim bilir hangi cinayetlere rastlanır...
Kişiyi kanuna mugayir bir noktadan söz söylemeye zorlayanlar bıkıp usanmazlar, üşenmezler, durmaksızın şu türden hatırlatmalarda bulunurlar: Kanuna riayet etmelisin, bunun için şu kanunu oku, şu genelgeleri incele, falan tüzükte yazılanı unutma, filan şartnameyi uygula...
Bunca hükmün sonu mahkûmiyete çıkar. Ayağımızı denk alalım. Kıpırdamayalım. Kılımızı kıpırdatmayalım. Hareketsiz kalalım...
Duruma göre, üstlerimizin rahatı için gereklidir kuşkusuz emir komuta zinciri. Nihayetinde kurgu patronun haklılığı üzere bina edilmiştir.
Zira kanun vaz edici, hiyerarşik sistemin keyfini azami oranda dikkate almakta pek mahirdir. Ama dedik ya, Hakk üzere değildir maalesef bu...
Peki, kanun tanımazlık tavrını mı tavsiye ediyoruz Yapay kanunları dert edinenlere sormak lâzım bu soruyu. Biliyoruz ki, ölümlü şeylerdir yapay kanunlar...
Benimse, evet şairane söyleyelim, "Kalbimde Allahın elleri durur"...
Nice zalimane kanunlar görüp geçirmiş dünya, şimdi nicesi ölüp bitmiş. Üfürük olmuş hepsi. Nicesi de yok oluşun pençesine doğru evrilip durmakta...
Bununla birlikte, haksızlığa kapı aralayan nice kanun da insanlığın başında zabitlik yapıp durmakta...
Kanun Oyununu yukarıdaki son cümleyle bitirmek isterdim.
Fakat şair Abdurrahman Adıyan ve ona mihmandarlık eden dört kişinin başına gelen ilginç bir kanun olayını haber alınca, yazıyı bir adım daha ileri götürmeye karar verdim.
Olay şu: Şair Abdurrahman Adıyan, Uluderede 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalamanın izlerini yerinde görmek ve yaşananları şiirleştirmek ister. Bu amaçla, 12 Nisan 2012 günü bölgenin resmî kurumlarına da bilgi vererek hayatını kaybedenlerin de köyü olan Ortasu (Roboski) köyünden dört kişinin mihmandarlığında bölgeyi ziyaret eder. Grup, Çatalkaya mevkiinde iken gözaltına alınır. 4 saatlik gözaltından sonra tutanak tutulup salınan şair Abdurrahman Adıyan ve beraberindekiler, daha sonra askerî yetkililer tarafından 5682 Sayılı Pasaport Kanununa muhalefet etmekten mahkemeye verilir. Uludere Sulh Ceza Mahkemesinin kesin hükmü hafta başında açıklanır. Şair ve mihmandarı köylüler Sınır İhlali gerekçesiyle toplam 5 bin lira "İdari para cezası" ödemeye mahkûm edilirler.
Böylece, 34 kişinin başına düşen ve onları ölüme gönderen bombaya farklı bir bomba eklenmiş oluyor. Bir şairin, 34 kişinin ağıtını yazmak için yaptığı iyi niyetli yolculuk cezalandırılıyor.
Şimdi buyurun söyleyin, bu 5682 sayılı kanun hakkında nasıl düşünelim
Yorumunu okurlara bırakırken, şair Abdurrahman Adıyanın süreç içerisinde "Roboski- Nal Sesiyle Yârenlik" adlı şiir kitabını yazıp bitirdiğini, şimdilerde yayıncısını beklediğini belirtelim. Bu arada eserin tamamını okuyan iki kişiden birisi olduğumuzu da bildirelim. Ayrıca, kitaptaki şiirlerin daha önce herhangi bir yerde yayınlanmadığını belirtip, ilk kez aşağıdaki "15 Nolu Sınır Taşı" adlı metinden bir bölümle Milli Gazete okurlarının takdirine sunulduğunu söyleyelim:
"on beş nolu sınır taşıyım bu hudutta
seksen altı yıldır yalnız yaşarım burada
kuşlar uçar üzerimden kanat çırparlar
pasavansız köylüler hışımdan kaçarlar
rüzgâr gibi geçerler savururlar tozu dumanı
bodur boyumu aşarlar,
görüntüm, dur! dese de, ne çare!
kaçakçılar savuşurlar yanımdan
kimileyin cesur kimileyin korkak adımlarla
dost bilirler beni, ben de onları
gözlerim yoktur ama bilirim
kaçakçının gözlerindeki
/korku ve sevinci
o gün yanı başımda kanlar içinde
otuz dört insan, elliden fazla katır
/yanarlarken cayır cayır
bir ben şahidim buna, bir de ay
keşke gözlerim olsaydı allahım
gözlerim olsaydı ağlasaydım"