Yerkürede her şey yolunda gidiyordu.

Doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle “düzen” güvendeydi. Dünya, dönmesi gerektiği gibi dönüyordu.

Pandemiler, salgınlar, göçmenler, açlıktan ölümler, uyuşturucu ve madde bağımlılıkları, içme suyu kıtlığı, gıda savaşları, işgaller, ekonomik krizler… Sorun çoktu ama her şey kontrol altındaydı. “Kurulu dünya düzeni”nin selameti için sorunlar da var olmalıydı elbette.

8 milyar insan vardı ve yaşıyorlardı nihayet!..

Hava gergindi fakat fırtına kopmuyordu. NATO ülkelerinin Ukrayna’da Rusya ile karşı karşıya gelmesi endişeleri artırmıştı az da olsa. Korkular konuşuldu, tehditler savruldu, savaş senaryoları yazıldı, karşılıklı tedbirlere başvuruldu… O da kontrol altına alınmıştı. Çin-Amerikan eksenli gerilimlerin, Kuzey Kore gibi tehditlerinin kontrolde olduğu gibi...

Küresel dengeler birbirini dengede tutuyordu.

Egemen için de KÜRESEL dengelerin akordundan başka dert yoktu. Küresel dengelerin akorduyla sakinleştirici hap veriliyordu insanlığa. Öyle ya, herkes sakin olmalıydı! Egemenlerin sahalarına düşmeyen, menfaatlerini yakmayan ateş ateş değildi nasılsa. ABD’nin, Avrupa’nın barış ve huzuru her şeye rağmen tehdit edilmiyor, edilemiyordu. Sorunlar olsa da ateş yakmadığı müddetçe sorun sayılmazdı…

Elbette rahatsızlıklar vardı ama bu rahatsızlıklar egemeni rahatsız edecek kadar tehlikeli boyutta değildi… Hatta dozu ayarlanmış rahatsızlıklar olmalıydı. Tatlı hatta sert kınamalar da, usulüne uygun itirazlar da ve elbette talepler de olacaktı. Olmalıydı da. Planlanmış, alışılmış, bildik rahatsızlıklardı bunlar. Zararsızdı! Hatta kurulu düzeni rayından çıkarmayacak her şey hem gerekliydi hem de faydalıydı egemen için. Böylesine büyük bir hegemonya imparatorluğunda haklının da kendine müsaade edildiği kadar yaşam hakkı, kendini ifade hakkı vardı nitekim. “İtiraz” da, “reddediş” de olsa niteliğini değiştirmeyen ve sürekli kendisini tekrar eden, rutinleşmekte olan her şey kurulu düzenler için zararsızdır. Kurulu düzenler için zararsız olan her şey de zamanla kurulu düzenlerin bir çarkı, herhangi bir parçası haline gelir. İTİRAZ ettiğimiz düzenin “faydalı zararsızı” haline gelmemek için yönlendirilen olmamak, kontrol edilebilir olmamak önemlidir.

***
İsrail mi!?. Gelelim kurulu düzenin asıl öznesine… İsrail’in güvenliği de BOP ve Arap Baharı ile birlikte neredeyse tehdit edilemez hale gelmişti. Normalleşme trafiği İsrail’i kuran Siyonizm’in küresel kademelerini “Büyük İsrail” için heyecanlandırıyordu artık. İsrail kurulduğu tarihten bugüne hiç bu kadar rahat bir dönem yaşamamış, hiç bu kadar kendisini güvende hissetmemişti. Öyle ki, İsrail kendisinin Ortadoğu’nun “yerlisi” olarak kabul görülmesinden büyük memnuniyet duyuyordu. Bölge ülkelerine öylesine ayar verilmişti ki, İsrail kendisini coğrafyada artık “yerleşimci” (bize göre işgalci) olarak dahi hissetmiyor, Ortadoğu’nun sahibi olarak görüyordu. Netanyahu, kâbus yerine geceleri Büyük İsrail rüyalarına dalıyordu.

Kendi varlıklarını var eden, kendi zulümlerini besleyen barış vardı DÜNYALARINDA.

Evet, her şey tıkırında gidiyordu.

***

7 Ekim’de suyun akışı, rüzgârın yönü ansızın değişiverdi. Gazze’den kopmuş bir özgürlük esintisi gün ışığıyla birlikte dünyaya yayıldı.
İsrail’de sirenler sabah 6.30’da çalmaya başladığında Siyonist Netanyahu, Büyük İsrail rüyası gördüğü geceden sabaha bir kâbusla uyandı. İşgalci Yahudiler, kendilerini yataklarından kaldıran sirenlerin önceki HAMAS saldırılarından daha büyük bir felaketin habercisi olduğunun farkında bile değillerdi… Artık gündüzler de gece olacaktı işgal için…
Dünya şaşkındı!

Daha da kötüsü Müslüman dünya da şaşkındı…

Mümkün değildi! Olamazdı…

MOSSAD atlatılamaz, demir kubbe dedikleri o savunma şaheseri (!) aşılamaz… İsrail yenilemezdi! Yenilmek ne kelime, İsrail bu kadar rezil duruma düşemezdi…

Dünya sarsılmıştı…

Kimse inanmıyordu, inanamıyordu…

7 Ekim sabahına uyanan herkes gözlerini birkaç kez ovuşturmak zorundaydı. Gerçeğe uyanmak çok zordu çünkü!...

Evet, herkes şaşkındı… Siyasiler ne demeç verecekti?.. Normalleşenler ne yapacaktı?.. Gazeteciler hangi manşetleri hangi başlıkları atacak; televizyonlar “son dakika” diye ne yazacaktı... Yorumcular hangi mangalda kül bırakmayacaktı… Haber ajansları HAMAS’a terörist mi diyecekti, başka bir şey mi?

Bütün bilinmezler arasında artık kesin bir bilinen vardı: Bundan sonra bütün bilinenler unutulacak, artık yeni şeyler yazılmaya başlanacaktı.

Her şey altüst olmuştu…

Ama yine de hâlâ kimse olup bitene akıl sır erdiremiyordu…

İsrail’e saldırmak kimsenin haddi değilken… Bir açıkhava hapishanesi sakinleri kendi sınırlarını nasıl aşabilirdi…

Nereden çıkmıştı bu HAMAS… İzzeddin el Kassam Tugayları da kendini ne sanıyordu…

Gazze sokaklarına çıkıp yürüselerdi ya… İsrail’e, Netanyahu’ya, Amerika’ya lanet okusalar yetmez miydi meydanlarda.

Kabul etselerdi ya kendilerine tahsis edilmiş olan “şerit”lerinde yaşamayı, ne olurdu sanki…

Özgürce Gazze sokaklarında yürümek varken tel örgüleri kaldırmanın, duvarları aşmanın ne gereği vardı.

Yetmiyor muydu, tahsis edilmiş özgürlükleri? Okulları açıktı, elektrikleri vardı. Hastanelerde yaralılar tedavi ediliyordu. Fırınlarda ekmek pişiyordu… Yaşıyorlardı ne güzel! İşte güneş, işte gökyüzü, işte deniz… Daha ne istiyorlardı ki bu Gazzeliler? Dertleri neydi?

***

Gazzeliler İsrail’i kınayıp geçselerdi özgürce, hiçbir sorun yoktu. Sayfalarca güzel cümleler kurarak nutuklar atmakta, ağlaşmakta, sızlanmakta özgürdüler. Bütün Müslüman dünyada olduğu gibi Gazze’de de Amerika’ya lanet okumak, İsrail’e kahrolsun demek özgürlüğü vardı… Kahretseler, en çirkin kelimelerle küfredip lanet okusalar da sorun yoktu. Ara sıra özgürlük şarkıları söyleseler… Şehitlerini anıp, geleceğe dair yeminler edip, sonra da bir sonraki seneye bir daha aynı yeminleri etseler de hiçbir problem olmayacaktı… Nasılsa insanlık bunlara alışmıştı; alışılmışı yapsalardı yine problem yoktu…

Kabul etselerdi “şeritlerinde” yaşamayı; şerit değiştirmeyi seçmeselerdi her şey ne de güzel olacaktı…

Fakat onlar bir şeride hapsolmayı tercih edecek, tanımlanmış bağımsızlıkla yetinecek, vatanlarından vazgeçecek değillerdi. Ne Kudüs’ten ne de Mescid-i Aksa’dan vazgeçmişlerdi. İzzet ve şeref kaftanlarını çoktan kuşanmış, şehadet kefenlerini çoktan biçmişlerdi. İsrail’in zulümleri karşısında onlarca yıldır ümmetin suskunluğu, insanlığın karanlık sessizliği vardı. Gazze ve Filistin’in en acı tecrübesiydi; İsrail’in insafına terk ediliş…

***

Anlaşılıyordu ki, kimse HAMAS’ı tanımıyor… Kimse İzzeddin el Kassam Tugayları’nı bilmiyordu. Anlaşılıyordu ki, İsrail’i de kimse gerçekte tanımıyordu…

Birilerinin harekete geçmesini beklemek yerine, kendileri harekete geçmişti… Gazze Müslümanları uzunca yıllar hazırlandılar. Onlar çocuklarıyla, analarıyla, babalarıyla, yaşlılarıyla gençleriyle hazırlandılar. Hepsi eğitimliydi, hepsi inanmıştı. Lider kadrolarından doktorlarına, hastalarına, çocuklarına kadar… Hepsi bağımsızlığa susamış, hepsi şehadete hazırlanmıştı. Onlar Aksa Tufanı’na, siyasi olarak da, askeri olarak da, sosyal olarak da inanmıştı.

Zalimin zalimliğine desteğe koşan zalimler oldu. Ben de Siyonistim deyip soluğu İsrail’de alanlar, savaş gemilerini İsrail’in emrine verenler oldu. Soykırım yaparken İsrail ordusuna asker olanlar oldu… “Keşke” pek sevilecek kelime değil, biliyorum. Ama keşke onlar gibi biz de inanmış olsaydık… Keşke onların yanında, tam da yanında olsaydık…Keşke bizimde “ben de Müslümanım” deyip savaş gemileriyle Gazze’ye koşanlarımız olsaydı.

Gazzeliler, yaşayacaklarsa hür olarak yaşamayı, öleceklerse ağaçlar gibi dimdik ölmeyi… Yataklarında son nefesi vermektense Apache helikopterlerinden fırlatılacak bir füze ile şehit olmayı seçmişlerdi… Bir yıl sonra bugün, izzetleriyle şerefleriyle ve on binlerce şehitleriyle varlar… Onlar var! Peki ya insanlık var mı! Gazze var, Gazzeliler var, şehitler var… Biz var mıyız!? Onlar varsa biz ne kadar varız… Tefekkür insanı diriltir: Var mıyız, yok muyuz!?


Yalnızca ölüler ölmüş sayılmaz bu dünyada… Aynı zamanda özgürlüklerinden yoksun olanlar da bir bakıma ölmüş değil midir! Bu nedenledir ki, insanlık tarihinin kahramanlar listesinde zalimlere sayfa açılmamıştır. Zalimler zulmünü ne kadar başarıyla yaparsa yapsın, ne kadar uzun süre zulmederse zulmetsin… Zalim hep zalim olarak kalmıştır. Adalete dayanmayan hiçbir iktidar, hiçbir güç, hiçbir karakter zaten “kahramanlaştırılamaz”… Zulümden kahraman çıkmaz; kahraman vatan savunmalarından, özgürlük tutkusundan çıkar. Zincirleyenlerden değil, zinciri kıranlardan kahraman çıkar. Kim ki zalime karşı başkaldırmış, kim ki işgale karşı ayağa kalkmış kim ki vatanı için özgürlük ateşini yakmış… Destanlar yazmıştır…

***
Gazze ve HAMAS, İsrail için hep problemdi... Hatta aşamadıkları, kontrol altına alamadıkları bir baş belası olarak gördüler Gazze’yi de HAMAS’ı da. Ama artık Gazze ve HAMAS İsrail’i doğuran, İsrail’i büyüten, İsrail’i besleyen, İsrail’i koruyan ve ayakta tutan küresel dünya düzeni için de büyük bir problem…

İsrail için problem olan, ABD için de, Avrupa için de… Ve nihayetinde küresel sistem için de problemdir. Bu nedenledir ki, İsrail ve Amerika’nın baskısıyla birçok dünya ülkesi HAMAS’ı terör örgütü olarak kabul etmek zorunda kaldı. Nasıl ki, İslam dünyasının gerçek bir bağımsızlığı Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın bağımsızlığından geçiyorsa, Filistin bir davadan öte şanlı bir ayağa kalkışın nirengi noktası olacaksa… Küresel Siyonist düzeninin nirengi noktası da İsrail’dir. İsrail’in yıkılması demek, sadece Yahudi yerleşimci işgalinin son bulması, Filistinlilerin yurduna kavuşmasından ibaret kalmayacaktır. İsrail’in başının ezilmesi, bütünüyle yürümekte olan kurulu sistemin başının ezilmesi anlamına gelecektir.

Sürece biraz da Türkiye zemininde bakıp bazı hallerimizi hatırlayalım… “Yahudi lobisinin Türkiye’de İsrail’den daha güçlü olduğu” yorumu terör devleti İsrail’de başbakanlık yapmış Ehud Olmert’e aittir. Türkiye maalesef 7 Ekim sabahına Ehud Olmert’i doğrularcasına uyandı. Hızla HAMAS’ın aleyhine yorumlar, ithamlar ve İsrail’i yücelten yaklaşımlar havada uçuşmaya başladı. İsrail’i savunmak ve HAMAS’ı terör örgütü olarak göstermek amacıyla çok meşhur kimi televizyon kanallarına İsrail Ankara büyükelçisi canlı yayınlara bile çıkarıldı. Her konuda ayrı okları gösteren iktidar medyası ile muhalefet medyası bu kez tuhaf bir şekilde aynı tınıyla yayınlar yapmaya başladı. HAMAS oyuna mı gelmişmiş? Bu iş kime yararmış! Bu olay İsrail’in işine mi gelirmiş yoksa daha çok İran’a mı yararmış... Siyonist odakların ürettiği yalanlar ekranlarımızda, gazetelerimizde, sosyal medya hesaplarında boy gösterdi. Günler boyu süren yalanlar, algılar, laf-ı güzaflar… Ta ki , İsrail artık tıynetini saklayamaz hale gelinceye, soykırımda sınır tanımayıncaya, arsızlaştıkça arsızlaşıncaya kadar…

HAMAS’ın terör örgütü olduğunu iddia eden her kişi ve kurum, İsrail’in işgalini ve terör eylemlerini örtmek için harekete geçirilmiş hücredir... HAMAS bir direniştir… Direniş; işgali reddeden bir halkın varlığıdır. 7 Ekim’de HAMAS’ın yaptığı ne terördür, ne eylemdir ne de bir saldırıdır. HAMAS’ın yaptığı, düşman işgali altındaki vatan topraklarını geri alabilmek için düşmana karşı gerçekleştirdiği taarruzdur. Onlarca yıldır devam etmekte olan Filistin’in kurtuluş savaşında adeta bir meydan muhaberesidir hem de.

“Filistinliler topraklarını sattılar” diye kara propaganda yapanlar, Filistin halkını bu yalan üzerine töhmet altında bırakanlar, vatana ihanet etmekle suçlayanlar… Böylece İsrail’in varlığına, işgaline, zulüm ve soykırımına meşruiyet verenler… Ne gariptir ki aynı zamanda vatanı için düşmana karşı taarruza geçen İslami Direniş Hareketi’ni (HAMAS) de terörist ilan edebildiler. Oysa yedi düvele karşı kurtuluş savaşı vermiş bir millet olarak Gazze mücadelesini en iyi bu milletin idrak etmiş olması gerekmez miydi? Vatanperverlik ve milletperverlik; bağımsızlık mücadelesinin meşalesi olmuştur tarihimizde… “Peki, bu tarihi tecrübeye rağmen hangi irade bize hep yanlış yöne baktırdı?” sorusunun cevabını da size bırakıyorum.
***

Sanmayın ki, “Ya istiklal, ya izmihlal” sadece Anadolu’ya hastır. Esir edilmek istenen bütün inanmış, şerefli ve izzetli halkların kutlu direniş sancağıdır bağımsızlık veya yok oluş çizgisi… “Ya hürriyet ya ölüm” vurgusunda günümüze dair bir bakış yapsak karşımıza HAMAS lider ve yönetim kadrosu çıkar. Şeyh Ahmed Yasin, 22 Mart 2004 tarihinde tekerlekli sandalyesiyle sabah namazını kıldığı camiden çıkarken Siyonist rejim hava kuvvetlerine bağlı Apache helikopterler tarafından atılan füzelerle şehit düşmüştü.

"Ölüme burun mu kıvıracağımızı sanıyorlar. Kanserle de olsa, kalp krizinden de olsa ya da bir Apache helikopterinin füzesi ile de olsa ölüm ölümdür. Nasıl gelirse gelsin hepimiz öleceğiz ve hepimiz o günü bekliyoruz. Kalp kriziyle gelmiş, Apache füzesiyle gelmiş hiçbir farkı yok. Ama ben Apache ile gelecek olan ölümü tercih ediyorum" sözleriyle tarihe kazınan Rantisi'nin duası da kabul oluyor ve işgalci rejimin Apache helikopterinin saldırısı sonucu HAMAS’ın ikinci şehit lideri oluyordu.

"Ailemin 60'a yakın ferdi tüm Filistin halkı gibi şehit oldu ve aralarında hiçbir fark yok. Üç oğlumun ve bazı torunlarımın şehadetiyle bizlere bahşettiği bu şereften dolayı Allah'a şükrediyorum" sözleriyle insanlığı mahcup eden, vicdanlara seslenen İsmail Heniyye de aynı şekilde şehit liderler kervanına katılacaktı.

Tekrarda fayda görüyorum: HAMAS, Türkiye’de de bazı çevrelerce hep terör örgütü olarak görülmeye ve gösterilmeye çalışıldı. Oysa çoğumuz HAMAS’ın ne anlama geldiğini, bu kısaltmanın açılımını bile bilmeyiz. Gerçekte HAMAS’ın açılımı “İslami Direniş Hareketi” (Harakat al-Muqawama al-İslamiya)’dir. Evet, HAMAS halktır ve halkın İslami direnişidir…

***
YEDİ EKİM, tarihe düşülmüş herhangi bir not olarak kalmayacaktır. Tarihin yeniden yazılmaya başladığı bir tarihtir çünkü bugün. Bir asırlık bütün yalanların ifşa olduğu bir başlangıçtır. Bir direnişin kendi sınırlarını, kendi coğrafyasını aşarak küreselleşmesidir YEDİ EKİM. Filistin direnişi yeryüzünde müstesna özellikler taşır. İşgal devam ettiği sürece, direniş var olmayı sürdürmüştür. Direniş yok edilmek istendikçe var olmuş, zayıf düşürülmek istendikçe güçlenmiştir. İsrail’in bütün dünyadan daha iyi bildiği bir gerçek var ki; 42 bin şehitle direniş bitmeyecek, aksine 42 bin şehit yeni bir direniş neslinin doğumuna vesile olacaktır. Direniş, kuşaktan kuşağa daha da güçlenerek işgali yok edecektir.
İsrail’in Gazze’de taş üstünde taş bırakmayacağı, Gazze’yi bütünüyle yok edeceği, HAMAS’ı bitireceği sanılıyordu… Taş üstünde taş bırakmadı! 42 bin de can aldı… Ama Gazze, bugün bizim yokluğumuza rağmen ayakta ve İsrail’e meydan okuyor… İsrail’in her türlü çarpıtmaları, karartmaları, azgınlıkları arasında gizlenemez bir gerçek var artık. Güneş gibi doğan bir hakikat: Zafer yakındır ve zafer, inananlarındır!..

Teşekkürler HAMAS!.. Yüzyıla vicdan olduğun için, insanlığa verdiğin insanlık dersleri için…