Büyük Fransa’nın kurucusu Napolyon Bonapart der ki; “Eğer Dünya kocaman ve bir tek ülke olsaydı başkenti hiç şüphesiz ki İstanbul olurdu.”

Cennet mekan Sultan Abdülhamid Han ile İngiltere’ye karşı müttefik oluşturarak içinde büyük Osmanlı’nın da bulunduğu yeni Avrupa politikasını belirlemeye çalışan Alman İmparatoru 2. Wilhelm 1898’de İstanbul’a geldiğinde Abdülhanid Han’ın şeref konuğu olarak uzun süre İstanbul’da kalır ve eşi ile birlikte bu şehre olan hayranlığını gizleyemez ve der ki; “İstanbul, ah İstanbul… eminim Allah İstanbul’u cennetten bir köşe olarak yaratmıştır.1

İstanbul bir sultanlar şehri yahut şehirlerin sultanı. O güzide şehrin, o mübarek Belde-i Tayyibe’nin fethinde bulunanlara, fethi mübinden sonra da o Dersaadet’te oturanlara ne mutlu…

Eskiler “şerefü’l mekân bi’l mekin” demişler. Bir beldenin kıymet ve şerefi orada oturanlara bağlı. Yüzlerce yıl bu tarihi beldeye ne kadar çok mübarek insan şeref katmış. Taa eba Eyüb El Ensari hazretlerinden Akşemseddin hazretlerine Sultan Fatih’ten nice sahübül seyf ve kalem sultanına kadar…

Peki şimdi bu tarihi kahramanlar nerede Ve daha mühim bir soru bu kadar şanlı kahramanın ayak basarak şereflendirdiği, Allah resulünün o muazzam hadisine mazhar olan o şehir acaba bugün bizim gördüğümüz şehir mi;

Bu konuda üstadlardan biri olan merhum Abdulbaki Gölpınarlı’nın “Dün Bugün” isimli o müthiş yazısını hatırlamanın sanırım zamanı geldi. Diyor ki dün ile bugünkü İstanbul’u mukayese ederek Üstad;

İstanbul’da Dün Bugün;

Bir çeşit gidiş vardı, bir çeşit dosta gidiş: Yanları açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz, ön tarafta damat bey... Yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu seyrede ede  yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, “Dur!” dediniz mi, gene hemen yerinden atlar, önünü kavuşturur, hizmete amade bir hal alır; gerekirse tutunmanız için “elini” değil, “kolunu” uzatır; parasını alınca da “teşekkürler” eder, “hayırlar” dilerdi...

Bir çeşit gidiş vardı... Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına “hanımefendi” denirdi; erkeğe “beyefendi”...Yaşlıca ve sakallı zata “efendi hazretleri”... Erkeğe “paşam” diyenler bulunurdu ve bunlar ekalliyetlerdi; yani azınlıklar. Arabadan inen, “hayırlı işler” dilerdi arabacıya... Arabadan inene “güle güle” derdi arabacı...

Bir çeşit vapur yolculuğu vardı. Bir çeşit dostluk: Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda. Hemen herkesin oturduğu yer belliydi. Yerden temennâlar... İçten iltifâtlar... Hal hatır soruş... Biraz belki “riya” da vardı... Bir çeşit iltifat: Oğul sorulurken, “mahdum, beyefendi” denirdi. Oğuldan söz edilirken, “mahdum bendeniz”... Babaya “peder” denirdi, anneye “valide”... Kızdan “kerime cariyeniz” diye söz edilirdi. “Peder duacınız” denirdi babadan bahsedilirken... Ve muhatap her sözü bir estağfurullahla karşılardı. Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin eli... Ve duaları alınırdı. Küçükler öpülürdü. Yaştaşlarla görüşülürdü. Evde kalanların gönülleri hoş olurdu... Gidenler kutlulukla, sevinçle giderlerdi...

Ezan, namaz kılmayana bile bir “ruh sûkunu”ydu... bir müzik vakfesi... Bir huşu anı... Sabah salâsı “dilkeş-i haveran”dan, ezanı “saba”dan... Öğle, ikindi, yatsı ezanları önce hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir ahengi, bambaşka bir okunuş tarzı vardı...

Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit içtimai toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı... Herkes birbiriyle bir kez daha görüşürdü. Hasta yoksulun iyaline, kimsesiz kadının haline orada çare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı... İlaç alınırdı... Kömür gönderilirdi... Para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de; yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi; “Akrabanızdan biri göndermiş...” denirdi, “adını söylemedi”...

Bir çeşit yaşayış vardı. Bir çeşit huzur ve sükûn: Sabah ezanında kalkılır... Kuşlukta işe gidilir... Gün batarken ya mahalleye uğranır ya eve dönülür; fakat yatsıdan sonra uyunurdu. Geç kalan genç, “terliksiz” çıkardı odasına... Kimseyi uyandırmazdı...

Bir çeşit hayır dileyiş vardı... Bir çeşit gönül alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye rastlanınca, “kolay gelsin” denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır, memnun olur, “eyvallah” der, yeni bir güçle işe başlardı...

Bir çeşit aşinalık vardı... Bir tarz kardeşlik: Yolda, kıble yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya “ilk selâm veren”di. Selâm; verilen tarzdan daha da güzel bir tarzda alınır... Bu rastlantı hayra yorulur... Her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi...

Bir çeşit yola çıkış vardı... Bir çeşit yola yöneliş: Evden, el-yüz öpülerek ayrılanın ardından su dökülürdü... “Su gibi git, su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi aş.” demekti bu. Arabaya binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce arabacı “Uğurlar olsun.” derdi. Bunu duyanlar, “Uğurum Hakk’a olsun.” sözüyle karşılık verirler, birbirlerine de “Uğurlar olsun.”derlerdi. Yolculukta rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar eğlendirilir, ihtiyarlara yer verilirdi. Yol, karşılıklı saygıyla sürer gider, aşılır biterdi...

Bir çeşit nezaket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara mutlaka “müsaadenizle” der, izin alır, yer var da oturursa, “Afiyet olsun.” demeyi ihmal etmez, “teşekkür”le karşılanırdı. Yemeği önce bitiren, gene oturanlara “Afiyet olsun.” demeden gitmezdi.”2

Nerede o eski mekânlar, eski insanlar, eski zamanlar.” Demek bize nostaljik duygular ötesinde ne kazandırır Yeni nesiller sadece göremedikleri güzellikleri, yetişemedikleri devirleri, tanıyamadıkları insanları, artık unutulan tatları, duyulmayan, duyulamayan kokuları anlatmak yerine, gelin hali hazırı dile getirelim, o çok güzel deyişle “ele geçmezse eğer sevdiğimiz, eldekini sevelim, sevdirelim.”

İstanbul’un bugününü yaşayanlar olarak bizler İstanbul’un ruhu ile duygusu tarihi, taşı, hikayesiyle değil galiba sosyal medyadan paylaşacağımız fotoğraf karesinin içindeki görsel güzelliklerle ilgileniyoruz. Bu da İstanbul’u galiba bir kez daha öldürüyor.

Elindeki bilmem ne marka ve binlerce liraya alınmış fotoğraf makinesi ile orayı burayı çekerek ve teknolojiyi kullanıp hadiseyi daha bir jan janlı hale getiren dostlar siz ne yapıyorsunuz

İstanbul o elindeki fotoğraf makinesinin deklanşörü ile yakaladığın ve esasında tanımadığım manzara değildir. Gerçekten İstanbul’u bilmek ve soluduğun havayla ciğerlerine çekmek mi istiyorsun O halde;

İstanbul’da erguvan zamanı boğazda Kuru Çeşme’de, Vaniköy’de, hisarlarda, Papaz Korusu’nda, Mihrabat’ta seyre çıkmak, Salacak sırtlarında, Bebek tepelerinde, Hisarların sırtında bu aziz ve kadim şehre bir tepeden bakmak, Çengelköy’de Kız Kulesi açıklarında Kumkapı’da yazın sandalla istavrit, eylüllerde ise lüfer avına çıkmak, artık o Şirket-i Hayriye’nin o eski yandan çarklı vapurları kalmasa bile denizcilik işletmelerinin boğaz hattında çalışan bir vapuruna binerek şöyle Eminönü’nden kavaklara gitmek Fenerbahçe’de, Kalamış’ta, Moda’da, Topkapı Sarayı üzerinden şöyle kızara kızara güneşin batışını seyretmek, Ağustos ayında Kanlıca körfezinden Yesari Asım’dan;

“Yok başka yerin lütfu ne yazdan ne kıştan,

Bir taze bahar almaya geldik Kalamış’tan.”

Şarkısını dinleyerek mehtaba çıkmak, mayıs ayında Çubuklu Hidiv Kasrı’nın boğazı gören bahçesinde elindeki çayla bülbül dinlemek,

Kasım ayında Emirgan Korusu’nda paltonun kulaklarını kaldırarak üşüye üşüye saka kuşunun melodilerine kulak vermek, hâlâ kalabilen birkaç İstanbul konağında, bahçesindeki mor salkımların izlerini araştırmak,

Baltalimanı sahilindeki o tarihi manolyaların bir yaz sonu kokusunu duyuvermek, yine Baltalimanı’nda bulunan Beyzade Abdurrahman Sami Efendi’nin konağına bakarak oradan Anadolu’ya kaçırılan askerî cephaneyi ve milli mücadeleyi düşünmek,

Yedikule Zindanları’ında boğularak öldürülen Genç Osman’ın balta ile kırılan kürek kemiğindeki acısını zindanın binlerce senelik drama şahitlik yapan ve hâlâ çığlıklar atan o soğuk zindan duvarlarındaki nemi ciğerlerine kadar çekerek hissetmek,

Ramazan’da Üsküdar’da Atik Valide Camii’ni, Kocamustafa’da Sümbülefendi’yi Fatih’te Hırka-i Şerif’i ziyaret etmek, mutlaka bir sabah yahut bir cuma namazını Eyüp’te, bayram namazını ise Süleymaniye’de kılmak,

Beyazıt’ta, Fatih’te Kur’an-ı Kerim’i en iyi tilavet eden bir imamı, bir mevlitte Kani Karaca’yı duymak, segâh bir akşam ezanını da mesela Fenerbahçe Camii’nde Yunus Balcıoğlu’ndan dinlemek,

Muharrem ayından bir Bektaşi-Alevi cemevinde aşura pişirilmesine, aynı işlemin Safer ayında bir cerrahi tekkesinde yapılmasına, Bağlarbaşı İlahiyat Fakültesi Camii’inde Enderun usulü cumhur müezzinlikle, ya da Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nde hatimle bir teravih namazına katılmak,

Üsküdar’da Seyit Ahmet Deresinde, Halkalı’da Caferilerinden Mersiye, Tophane’de Kadirhane Tekkesi’nde Mir’aciyye okunmasına şahit olmak, Galata Mevlevihanesi’nde sema seyretmek sizin için her sene yapma ihtiyacı duyduğunuz genel bir gelenek olmuşsa siz İstanbul olmuşsunuz demektir.3

Şimdi o elinizdeki binlerce liralık fotoğraf makinelerini bırakın da gerçekten İstanbul’da İstanbul olun ve kıymetli hocam İlber Ortaylı’nın dediği iki İstanbul’da yaşamayın İstanbul’u yaşayın…

ANLATABİLİYOR MUYUM

DİPNOTLAR

1) Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han,  s. 144

2) Abdülbaki Gölpınarlı, Dün Bugün isimli yazısından.

3) Haluk Dursun’un İstanbul’da Yaşama Sanatı isimli esrinden ilham alınmıştır.