Soğuk Savaş olarak nitelenen, 1990 lara kadar gelen
dönemde birbirine karşıt olduğu söylenen iki ideolojik anlayışın hâkimiyet
mücadelesi temelinde dünya ölçeğinde yaşandı. Bir tarafta özgürlük ve
demokrasi, diğer tarafta özgürlükçü ve eşitlikçi iddiasına dayanan kapitalizm
ve sosyalizm (komünizm) düşman saflardı. Biri refahı, kalkınmayı, diğeri sömürü
ve eşit paylaşımı savunuyordu. Nisbi ve gerçek anlamlarından soyutlanmış bu
iddialar, insan herhangi bir önyargısız kavranmaya çalışıldığında ezilen, hakkı
ve varlığı çiğnenen tek varlıktı. Elbette üretim ve tüketim dengesinin
kurulmasını kendi varlığı ve yaşaması için şart olarak gören kapitalizm,
insanla birlikte doğayı, hatta evreni kendi çıkarcı hırslarına kurban etmekten
hiç çekinmiyordu. Bu da insanın yaşadığı dünyayla hâkimiyet altına alınmanın
bir yoluydu. Her iki ideolojinin söylem katmanlarını kaldırdığınızda, varıp
dayanılan şey, mülkiyet ve hâkimiyet, daha açık ifadeyle iktidar tutkusudur.
Aralarındaki fark, bu tutkunun gerçekleştirme yöntem, araç, teknik ve ifade
biçimindedir. Bu amaçlarını gerçekleştirmede, ifade etmede, ideolojileri,
temeldeki tutkuyu, onun kaynaklandığı özleri, hem gizlemede, hem de çekici
kılmada, aslında bir araçtı.
Dünya kamuoyundan önce, toplumlarda esas olarak insanda
çekiciliğini yitirmeye başladığında yeni bir yöntem değişikliğine gidildi.
Sözüm ona sosyalizm, ideoloji ve iddiasından zımnen vazgeçti. Doğrudan ve
alenen vazgeçildiği izlenimi pek uygun görülemeyeceği için, insanların ve
toplumların bilinçaltında baskılanan güdüler ve duygular birer varlık nedeni
olarak uyandırıldı. En etkilisi etnisite oldu. Güdüler ve duygular temeline
oturtulduğunda, insanın gerçek varlığını görünüş varlığına bizzat kendisi
tarafından dönüştürülecek, çapraşık, karmaşık, irreel ve irrasyonel bir iddiaya
kolayca yönlendirilecek bir tutku dur bu. Çünkü etnisite insanın varlık
gerçekliğinden, akıl ve irade yetilerinin mahiyetlerine uygun işletilmesi
sonucu ortaya çıkan bir olgu değildir. Dolayısıyla bir ideoloji kalıbına
dökülemeyecek nitelik taşısa da, ideoloji kanıksamasına karşılık verebilecek
gibi göründüğü için dünya kamuoyuna adeta zerk edildi .
Akıl ve irade dışılığı nitelikte olmasına rağmen,
Müslüman toplumlarda düşünce ve inançla bağdaştırılacak bir yönünün
bulunmamasıyla birlikte bütünüyle farklı bir muhtevaya büründürülerek işleyişe
sokuldu. Aslında yukarıda belirtildiği üzere, bunun da temelinde hâkimiyet,
yani iktidar, buna bağlı olarak da, tezahürleri farklı olsa da mülkiyet olgusu
yatmaktadır. Suud yönetiminin varlığı zaten Ortadoğu Müslüman halkları için
çıbanbaşıyken, yoksul Yemen i hâkimiyeti altına alıp mülkiyetine katmak
istemesinin akılla açıklanacak bir yönü olmamalıdır. Keza Suriye deki Esad
yönetimini devirmek için bu kadar çaba göstermesi, Siyonist İsrail in
değirmenine su taşımakla eşdeğerdir.
Bütün bu yıkımlara, aymazlıklara, hile ve tuzaklara
rağmen, Müslüman halkların savaşı, katliamı ve benzer tavırları savuşturacak
bir tutumu istemeleri, bu yönde ısrarcı olmaları gerekir, gerekmektedir.
Barışı, ama ivazsız bir şekilde barışı, insanın onur ve haysiyetine,
özgürlüğüne ve güvenliğine riayeti savunmak, en güçlü var olma beyanıdır bugün.
Uzlaşmazlık, ihtilaflar, gerektiğinde insanın onur ve haysiyetini gösterici
mücadeleler söz konusu olabilir. Bunlar, insanı tam olarak kavrayıp savunmaya
başladığınızda, hayatiyet, canlılık da sağlayabilir. Ancak insanın değerini
düşürmemeye azami titizlik gösterilmesini de ister. İnsan bir sayıdan ibaret
değildir. Hele bir aritmetik işleminin nesnesi hiç değildir. İnsanı savunmak,
yani bu gün barışı yüceltmek aynı anlama gelir: İnsan olmak. Ya da insan, sana
karşı, seni savunuyor ve yüceltiyorum.