Mekke-i Mükerreme o sıralarda gerçekten İslam gibi eşsiz,

tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartlar

bulunan bir ortamdı. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi İslâm’ın ilk

yıllarında, sahabelerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere

“Rabbimiz ALLAH’tır” demeleri sebebiyle sayısız zulümler uygulanıyor,

dinlerinden vazgeçmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Habebiştan’da

İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama, en azından orada dini

hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslam ülkesi diyebileceğimiz bir

yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için

gerekli şartlar ve imkânlardan da Müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı.

Bu nedenle Daru’l-küfr olan Mekke-i Mükerreme’yi bırakıp Darü’l-Emin (güven

ülkesin)’e göç için bir izin verilmiş oluyordu.

Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan

Kureyşliler, Ashame en-Necaşi’ye bir heyet gönderip Müslümanların iadesini

istediler. Hz. Cafer (R.A.), Habeş Kralı huzurunda şu konuşmayı yaptı:

 - Ey hükümdar!

Biz, cehalet içerisinde yaşayan bir toplum idik. Putlara tapıyor, ölmüş

hayvanların etini yiyorduk. Zina yapıyorduk. Akrabalarımızla ilgimizi kesiyor,

komşularımızla iyi geçinmiyorduk. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı

eziyordu. Biz bu halde iken yüce ALLAH bize acıdı. Bizden öncekilerde olduğu

gibi bize de içimizden, soylu, asil, doğru, güvenilir, şeref ve namus ehli

olduğunu bildiğimiz birisini peygamber olarak gönderdi. O bizi, yalnız ALLAH’a

ibadet etmeye, atalarımızın taptıkları putları terk etmeye çağırdı. Bize doğru

söylemeyi, emanete riayet etmeyi, komşularımızla güzel geçinmeyi, haramdan,

adam öldürmekten sakınmayı öğütledi. Bizi, yalandan, yetim malı yemekten ve

namuslu kadınlara iftira etmekten sakındırdı. Yalnız bir olan ALLAH’a ibadet

edip, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı emretti.

Haram dediğini haram bildik, helâl dediğini helâl bildik. Bundan dolayı

halkımızın bir kesimi bize düşman oldu, bize türlü türlü işkenceler yapmaya

kalktılar. Biz de onlardan kaçarak ülkenize sığındık.

Bu konuşmada, bir yönüyle hicret sebepleri açıklanırken,

diğer yönü ile de İslâm’ın insanlığa neler getirdiği ifade edilmekte, her

yönüyle bozulmuş ve tüm değer ölçülerini yitirmiş bir toplumu nasıl tekrar

hayata kavuşturduğu anlatılmaktadır. İşte kısaca hicret olayı budur.

Diğer tarafı da dinleyen Necaşi müşriklerin teklifini ve

hediyelerini reddetti. Müşrikler de bir netice alamayınca bunun intikamını

Mekke-i Mükerreme’de kalan Müslümanlardan aldılar. Artık Mekke-i Mükerreme’deki

Müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı.

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de tebliğ

görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Müslümanlara

ve Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi koruyan Haşimoğullarına karşı uygulanan üç

yıllık boykotun ardından Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin en büyük destekçisi

olan amcası Ebu Talib’in ölümü, müşriklere fırsat verdi, onların işkence ve

baskıları dayanılmaz hale geldi. Bizzat Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de

birçok hakarete ve sataşmalara hedef oldu. Böyle bir ortamda İslam’ı tebliğ

edemeyeceğini anlayan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Taif’e giderek yeni bir

çevrede İslam’ı anlatmaya çalıştı. Fakat Taifliler de Kureyşliler gibi

inkârcılık da direnmişler ve Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi taşa tutmak gibi

çok sert bir tepkide bulunmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.)

Efendimiz Mekke-i Mükerreme’ye dönmek mecburiyetinde kaldı.