Günümüz dünyasında, “herkesleşmek” neredeyse bir toplumsal mecburiyet, bir alışkanlık haline gelmiş durumda. Aynı şekilde düşünmek, aynı şekilde yaşamak, aynı şeyleri sevmek ve benzer hedeflerin peşine düşmek, adeta beklenen normlara dönüşmüş. Kendi sesini duyurmak, kendi renklerinle var olmak ise fazlalık gibi görülüyor artık. “Herkes” olmak, çoğu zaman en kolay yol gibi sunuluyor; çünkü bu, bireyselliğinden vazgeçip kalabalığa karışmak, akıntıya direnmeden sürüklenmektir. Peki, bu gerçekten doğamızın bir yansıması mı, yoksa kimliğimizin sessizce çürüdüğü bir teslimiyet süreci mi?

Kendilik, insanın varoluşundaki en özgün cevherdir. Her birimiz, farklı düşlerin, acıların ve umutların taşıyıcısıyız. Ancak “herkesleşmek”, tam da bu özgünlüklerden vazgeçmek değil midir? Bir zamanlar insan, özgürlüğünü kazanmak adına toplumun dayattığı kalıpları kırmaya çalışırken; bugün o özgürlük, başkalarının çizdiği sınırlara sığdırılmaya çalışılıyor. Artık “kendi yolunu çizmek”, başkalarının çizdiği yolların dışında yürümeye cesaret etmek değil; o yollarda sessizce adımlamak anlamına geliyor.

“Herkesleşmek”, bir tür maskeyle yaşamaktır. İçinde kaybolunan bu kimlik, bağımsız düşünceden, samimi duygulardan ve kişisel izlerden arındırılmıştır. Eskiden kendini tanımak, insanın en değerli yolculuğuyken; şimdi akışa kapılmak, en konforlu tercihtir. Kalabalıkta görünmez olmanın, benzerlik içinde kaybolmanın neden olduğu sahte huzur, insanın içsel yolculuğunu unutturur.

Kendine ait renkleri solmadan var olabilmek, cesaret ve direnç ister. Ne yazık ki, birbirinin kopyası haline gelmiş toplum bazen bu farklılıkları bir "tehdit" olarak görür. Herkesin aynı kıyafetleri giydiği, aynı sözleri söylediği, aynı eğlencelere sığındığı bir dünyada “farklı” olmak, çoğu zaman bir aykırılık ve yabancılıktır. Anlık bir dikkat, anlık bir ayrıksılık bile kişiyi dışlamaya yeter. “Sen farklısın” denildiğinde, insan içgüdüsel olarak “normalleşmek” ister. İşte o anda herkesleşmek, bir tür içsel boyun eğişe, görünmeyen bir teslimiyete dönüşür. Ve bu teslimiyetin ardında, derin bir yalnızlık saklıdır. Çünkü herkesleşmek, özünde bir kimsesizleşmedir.

Elbette bu durumun içinde bir uyum barınır; fakat bu uyum çoğunlukla bir yok oluşu da beraberinde getirir. Toplumun beklentileriyle şekillenen birey, zamanla kendi kimliğini, hayallerini, karakterini yitirir. Herkesle aynı olmak, aynı fikirleri paylaşmak bir rahatlık hissi verse de, bu rahatlık, insanı edilgenliğe ve anlamsızlığa sürükler. Bireysellikten arındırılmış bir yaşam, aslında "var olmamanın" başka bir biçimidir.

Kalabalığın içinde sürüklenmek, insanın en büyük düşmanına dönüşebilir. Başkalarının arzularına göre biçimlenen bir hayat, insanın kendine ait olan her şeyi yavaş yavaş siler. Herkesin en sevdiği yemek, onun da sevdiği olur. Herkesin gittiği yer, onun da gitmesi gereken yer hâline gelir. Herkesin konuştuğu konular onun da konuşma zorunluluğu halini alır. Ve zamanla kişi, kendi hayatının öznesi olmaktan çıkar, başkalarının yaşamının yankısına dönüşür. Oysa herkesin birleştiği yerde, çoğu zaman gerçek bir kimlik kalmaz; sadece görünmeyen bir hiçlik vardır.

Bir zamanlar sadece sana ait olan duygular, düşünceler, hayaller, başkalarının ortak akıntısında kaybolur. Bu geçici bir rahatlık sunsa da, geride büyük bir boşluk bırakır. Çünkü insan, yalnızca kendisi olduğunda gerçek bir anlam taşır. Kalabalığın içinde benliğini yitiren birey, aynalara başkalarının yüzüyle bakar. Ama o suret, bir kimlik değil, bir taklittir. İnsan başkalarının içinde kendini aradığında, aslında kendini kaybeder.

Bireyselliğini/kendiliğini yitirmek, bir tür ruhsal tutsaklıktır. Herkesleşmek; başkalarının doğrularına, onların beklentilerine ve dayatmalarına boyun eğmektir. Oysa bir insanın gerçek kimliği, onun farklılıklarında, özgür düşüncesinde ve içsel yolculuğundadır. Kalabalık içinde erimeden kendini keşfetmek, bu hayattaki en büyük özgürlüktür. Çünkü insan, ne kadar “herkes” olmaya çalışsa da, eninde sonunda "olabileceği tek şey yalnızca kendisi"dir.