“Beni huzursuz eden birçok şeyin başkalarınca normal karşılanması oldukça yorucu bir şey haline geliyor. Bunun yorgunluğu sadece marjinal kaçmaktan öte bir boyuta geçiyor. Derin bir yalnızlık! Muhtemelen bu böyle gidecek, sorduğum on sorunun onuna da cevap bulamıyorum. Bu da omuzlarımda çok ağır bir yük oluşturuyor” diye tamamlıyor cümlelerini, içini derin bir kuyudan su çeker gibi çektikten sonra.  Telefonda uzun bir müddet sessiz kalıyoruz. Ne diyeceğimi biliyorum. Zaten ne denir ki? Anlattıklarının hepsine katılıyorum. Gözlerindeki buğuyu görüyorum, duyduğu acıyı da hissediyorum. Bu sadece kendisi için duyduğu bir şey değil hatta kendisi aman bana ne dese hiçbir acıyı hissetmeyecek kadar geniş imkanlara sahip biri ama yine de bana ne diyemiyor. Üstüne bir de bu duyarsız, iki yüzlü, her şeye hemen uyum sağlayabilen insanların içinde bir uyumsuz olarak etiketlenip, bilinçli bir yalnızlığa doğru sürükleniyor. Muhtemelen üzüntüsünü, derinleştirmemek ve beni de kedere koymamak için çok fazla da konuşmuyor. Uzun suskunluklar da çok şey anlatıyor. Birlikte susabilmek ve anlaşabilmek de büyük bir nimet. Bu nimet için de şükranım ayrıca.

“Güya maddi koşul ve olanakların sürekli geliştiğini, zenginleştiklerini söylüyorlar ama bu kadar yoksulluğu, bu kadar ezilmişliği, bu kadar düşkünlüğü ve merhametsizliği normalleştiren güya muhafazakâr endişeleri hiç anlamıyorum, bunu dindarlık adına yapıyorlarsa, böyle bir şey dindarlık olmamalı” diyor.  “Bu kadar güdülmeye elverişli hale gelinmesine rağmen nasıl bu kadar hiçbir şey olmamış gibi kendini geçersiz kılan, yok sayan, zarar veren tercihleri meşrulaştırabiliyor insanlar anlamlandıramıyorum” diyor.  “Alakasız yıkıcı eylem ve durumların içinde sürekli nasıl makuliyetler bulunabiliyor buna hiçbir makul izah getiremiyorum” diyor. Tekrar uzaklara dalıp sessizliğe bırakıyor bizi. Belki diye başlamak istiyorum ama onu teskin edecek cümlelerin sahiciliğinden endişe ediyorum. Söylediklerini düşünmeye çalışıyorum. Galiba bir cevap ya da teskin edilmeyi de beklemiyor. İçindeki kor’u artık tutamıyor, belli ki birazını az da olsa atıp serinlemek istiyor.  

İğneden ipliğe gelen zamlardan bahsediyor. Ağırlaşan yaşam koşullarını ve insanların belinin iyice büküldüğünü anlatıyor. Anlattığı her şey dertlendiği konuların günlük yaşamla düşünsel dünyası arasındaki kırılmaları da örneklendiriyor. Onu asıl yıkan konu bu kadar erken her şeyin tuzla buz olmuş olması ve onu bugünlere getiren her şeyini anlamlandıran dünyanın yok oluşu olmuş. Vaz geçmemenin manevi bedelinin çok ağır olduğunu ve taşıyamamaktan korktuğunu söylüyor. Uzun bir hasbihalden sonra içime bir ağırlık çökmüş bir şekilde masaya oturuyorum. Ben de paylaşmalıyım çünkü bu, bana da ağır geliyor. Giderek azalıyor olmak artık üzmüyor da endişelendirmiyor da. İçine doğru çekilenler zaten kalabalıklar tarafından görülmüyor. Görülmemeyi de önemsediklerini sanmıyorum. Hayat geçiyor, herkes yaptığı ettiği kadar. Ne bir fazla ne bir eksik. Ne isen osun. Hoşça bakın zatınıza…