Osmanlı da kuş evleri ve vakıf kültürü
Kaf Dağı nın ardında, sınırları dünyayı kaplayan geniş ve
güzel bir ülke varmış. Bu ülkede herkes mutlu, herkes neşeliymiş. Burada
yaşayan çocuklar evlerinin önünde oynarken akşam olup hava kararınca; evliler
evine evi olmayan .. diye başlayan tekerlemeleri söylemezlermiş.
Söylemezlermiş çünkü herkesin evi, altına sığındığı bir damı varmış. Hiç kimse
sokakta yatmaz korku içinde sığınacağı tenha bir köşe aramazmış, çünkü dedim ya
herkesin bir evi varmış. Kuşların, kedilerin ve köpeklerin bile
Hiçbir esnaf akşam dükkânını kilitlemez bütün malları
olduğu gibi kapı önüne bırakırmış. Bu ülke öyle bir ülkeymiş ki, dışarıda yatan
kimse olmaz, açlık nedir bilinmezmiş. Bu ülkede komşusu açken tok yatan bizden
değildir düsturu tüm gönüllere ve tüm hanelere hakimmiş. Hiç kimse zekât kabul
etmez, buna ihtiyaç duyulmazmış. Her sokağın başında ve sonunda bulunan Sadaka
Taşları ağzına kadar altın akçelerle dolar, ama kimse elini sürmezmiş. Sağlık meselesi çok ciddiye alınır,
hastalanan insan değil sokak hayvanı bile olsa onu tedavi etmek, yaralarını
iyileştirmek için devlet seferberliğe geçer ve o hayvanlar için türlü türlü
vakıflar, hastaneler yapılırmış.
İçinde insanlarının mutlu ve gülümseyerek yaşadığı,
hayvanlarının üşümeden ve ıslanmadan tok yattığı bu rüyalar ülkesindeki cennet
bahçesinin adı; DEVLET-İ ÂLİ OSMANİ ya da dünyanın tanıdığı ismiyle OSMANLI
İMPARATORLUĞU imiş.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu yazımız Kuş Evleri ve
Sarayları üzerine olacak. Evet evet, yanlış okumadınız. Kuşlara özel yani
onlara ikametgâh olarak yapılmış saraylardan bahsedeceğim. Üç kıtaya yedi
iklime merhamet ve adaletle hükmeden Osmanlı da hayvanların barınması ve
karınlarını doyurması için bile kurulan vakıflar varmış.
Darül miyav, darül hav hav, guraba-i laklakan da ne ola
Hasta ve bakıma muhtaç kedileri arayıp bulmak ve onların
karınlarını doyurmak için kurulan Darül miyav ya da köpekleri toparlamak
hastalıkları ve beslenmeleri ile meşgul olmak için kullanılan Darül hav hav ,
yaklaşan kış mevsimine rağmen hasta oldukları için sıcak bölgelere göç edemeyen
leyleklerin soğuk kış şartlarını geçirebilecekleri ve adına Guraba-i Laklakan
dedikleri Leylek Hastanesi gibi, bugün yaşayan insanların merhamet ve hayal
duygularını çok aşan muhteşem kurumlar, yapıldıkları çağları ve insanlığı aşan kurumalardan sadece bir
kaçıdır.
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyıl insanlık ufku, kuşları
fırtınadan, yağmurdan, çamurdan, yakıcı güneşten korumak için barınak sağlamak
amacıyla inşa edilen bu derin estetiğin eteklerine maalesef henüz ulaşamadı.
İnsanların uzanamayacağı kadar yükseğe ve daha sıcak
olması hasebiyle daima binaların güney cephesine, yağmurdan kardan ve güneşten
korunaklı olarak yapılan bu evlerde yaşayan kuşlar gayet tabidir ki kedilerden
ve kendilerine zarar verecek başka canlılardan emin bir şekilde bu köşklerde
nesiller boyu kalabiliyorlardı. Üstelik günümüzde bile bu sanat ve estetik
harikası muhteşem yapıları görmek hiç de zor değil. Zira bu kuş evleri, 13.
asırdan itibaren 19. asrın sonlarına kadar hemen hemen Osmanlı Devleti nin ömrü
boyunca camiler, medreseler, sıbyan mektebleri, şifahaneler, kütüphaneler,
darphaneler, maksimler, iskeleler, köprüler gibi resmi binalarla, türbeler,
hanlar, hamamlar ve evlerin duvarlarında geleneksel mimarlığın sevimli bir
ayrıntısı olarak yer almışlar ve varlıklarını büyük çoğunlukla devam
ettirmektedirler. Mermerden ya da taştan yapılmayıp boyalı, oymalı küçük tahta
yuvalar biçiminde ağaç dallarına asılanları da yapılmış ama kuş evlerinin ahşap
numuneleri yangınlar, istimlâklar, yıkımlar yüzünden günümüze kadar
ulaşamamıştır. Üstelik bu eserler sadece İstanbul a has değil, diğer
şehirlerimizde de haylice bulunmaktadır.
Kuş evi, kuş köşkü, kuş sarayı, serçesaray, güvercinlik,
güvercin sarayı da denilen bu zarafet eserlerine, rahatlık ve konfor adına her
şeyi yaptığını iddia eden günümüzün kendinden ve materyalizmden başka hiçbir
şeyi düşünmeyen bencil ve ukalâ modern mimarisinde ne yazık ki rastlamıyoruz.
Evden ziyade köşkü, sarayı andıran estetik ve zarif,
süslü evler bunlar. Hatta kimilerinde sakaların, serçelerin beslenmesi için
yemlikler, suluklar, inip çıkabilmeleri için yollar, başlarını çıkarıp etrafı
kolaçan edebilecekleri balkonları bile bulunuyor. Ne yazık ki artık o muhteşem
nesillerin meydana getirdiği muhteşem yüzyıllarda yaşayan ecdadın zarafet
duygusunun gönül inceliğinin ve merhametinin bir yansıması olan eserlere
günümüz yapılarında rastlamıyoruz. Hatta ne yazık ki ülkemizde doğal ekolojik
denge bozulmaya başlamış ve bizim duyarsızlığımız, düşüncesizliğimiz ve
sevgisizliğimiz yüzünden şehirlerimizden kuşlar yavaş yavaş başka bölgelere göç
etmeye başlamıştır.
Mustafa Kutlu nun, Kuş Sesleri isimli yazısında
söylemiş olduğu şu ifadeler ne kadar da doğru: Bir kuş cıvıltısı bize neyi
anlatır Her halde topraktan geldiğimizi. Ağaçtan, yapraktan, tohumdan,
çiçekten, hayvandan, yağmurdan, böcekten, kırdan, bayırdan, Âdem atamızdan
geldiğimizi. Nerede durduğumuzu sarsılarak hatırlarız. Hatırlarız ki, biz, yani
insanoğlu çeliğin, plâstiğin, poşetin, motorun, betonun, antenin, ekranın,
asfaltın çocuğu değiliz. Bir kuşun bir kuşa seslenişinde, patlayan tomurcuğun
güneşe gülümseyişinde, yağmurun toprağa değişinde var olan sırrın şahidiyiz. 1
Cumhuriyetin ilk yıllarında Vakıflar idaresinde çalışan
Mustafa Kamil Bey, devletin Vakıflarla ilgili politikasını eleştiren Evkaf
Nedir Adlı 24 sayfalık risalesinde İstanbul un düşman işgali ile elden
çıkmayışını ecdadın İstanbul da yaptırdığı vakıf eserlerine bağlamış. İstanbul
işgal altındayken, Darülfünun da İstanbul Üniversitesi nde, bir Fransız generalinin Türk öğrencilere
hitaben, Ecdadınızın bıraktığı paha biçilmez eserler ve abideler, mimari
mucizeleriniz ve camileriniz bulunmasa İstanbul un Türk olduğunu söylemek bile
mevzu bahis olunamaz 2 dediğini tarihe
not düşmüştür.
Vakıf demişken evlerin güneş alan güney taraflarına bu
kuşhaneleri koyan ve dünyalar kadar güzellikler tesis eden insanı insanlaştıran
vakıf sistemi nedir Ve ne tür vakıflar Osmanlı coğrafyasında faaliyet
göstermiştir
Osmanlı da ne tür vakıflar vardı
Osmanlı medeniyetinin ve Osmanlı toplumunun en bariz
özelliklerinden biri hayır ve hasenatta, yardımlaşma ve dayanışmada yarışma
melekesiydi. Bu sayede Osmanlı ülkesi bir Vakıf Medeniyeti ve Vakıf Cenneti
haline gelmişti. Vakıf, hayır yapma ve yardımlaşma anlayışının kurumlaşmış bir
ifadesi ya da mahsulüydü. Osmanlı da hayatın her alanını kucaklayan bu köklü
hayırseverlik duygusu ve ameliyesinin kaynağında da İslam inancı yatıyordu.
İslam a göre, her şey fâni, yalnız Allah ebedidir. Mülkün
gerçek sahibi de o dur. Bu sebepledir ki, Allah ı seven ve hakiki anlamda
kulluk eden, başta insanı sonra da tüm yaratılanları yaratandan ötürü sevmek
zorundadır.
Toplum ve medeniyet hayatında vakıfları hep ön planda
tutan Osmanlı, onları hem dünyaya hem de ahirete bir hizmet vasıtası olarak
görmüştür. Yedi iklim, üç kıtaya adeta çil çil serptiği on binlerce vakıf
müessesesi ile insanlığın ve merhametin zirvesini yakalamıştır. Başta
padişahlar ve sadrazamlar, sonra da bütün devlet ricali ve varlıklı kişiler, az
veya çok güçlerine ve imkânlarına göre vakıflar tesis ederek veya mallarından
bir kısmını vakfederek vakıf insan olmanın benzersiz birer numunesi
olmuşlardır. Vakıflar sayesinde bir adam, vakıf bir evde doğar, vakıf beşikte
uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte
hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır, öldüğü zaman vakıf bir tabuta
konur ve vakıf bir mezarlığa gömülür.
Yabancı Seyyahlar Şaşırıyorlar
Fransız Seyyah Du Loir, Osmanlı daki misafirperverlik,
misafirhaneler, yolculara, kimsesizlere, fakirlere, mahkûmlara ve hastalara
karşı aklın ve hayalin sınırlarını aşan, toplumun geniş kesimlerini saran bu
hayırseverlik ve hayırda yarışma furyası hakkında şaşkınlık ve hayranlığını
gizleyemeyerek şu çarpıcı tespitleri aktarır;
Bütün Türkiye de imaret denilen misafirhaneler vardır.
Buralarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nispetinde
yardım edilir. Hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın bütün yolcular imaretlerde üç
gün kalabilirler ve kaldıkları müddetçe de her öğün yemekte, vakıf şartı
gereğince birer tabak pilavla ağırlanırlar. Şehirler ile yol boylarında
imaretlerden başka her türlü şahsa kapıları daima açık duran kervansaraylar da
vardır. Bazı Türkler de hayrat olarak yol boylarında yolcuları susuzluktan
kurtarmak için çeşmeler yaptırırlar. Bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip
geçenler için sebiller yaptırır; bunlar için de tıpkı dairelerde olduğu gibi
aylıklı memurlar vardır; vazifeleri isteyenlere su vermektir.3
Hiçbir karşılık beklemeksizin sergilenen insaniyet,
iyilikseverlik, hayrat, hasenat, hayırseverlik gibi faziletler o dönem
Müslümanlarını tanımlayan en güçlü özelliklerden olmuş, dost ve düşmanın hürmet
ve takdirini kazanmıştır.
Aç Kurtlardan Kanadı Kırık Leyleklere
Şehirlerde insanlarla birlikte yaşayan kedilere,
köpeklere, dağ başlarındaki aç kurtlara yiyecek hazırlamak ve sakat leyleklerin
hayatlarını garantiye almak için hayır müesseseleri bina eden büyük ecdat, bu
konuda benzersiz işlere imza atmıştır. Fransız seyyah J. de Thévenot un,
1656 da İstanbul da gördüğü, tanıştığı ve sohbet ettiği Türklerin hayvan
sevgisiyle ilgili kendisini hayrette bırakan müşahedeleri, Osmanlı toplumunun
vakıf ruhunu kavrama ve uygulamada hangi noktalara ulaştığının müthiş
göstergelerinden biridir;
Türklerin bazıları ölürken haftada şu kadar defa şu
kadar köpeğe ve şu kadar kediye yiyecek verilmek üzere birçok iratlar (miras,
nafaka) bırakırlar yahut bu hayrın işlenmesini temin için fırıncılarla
kasaplara para verirler ve onlar da bu gibi vasiyetleri büyük bir sadakatle ve
hatta dindarca bir riayetle yerine getirirler. Onun için her gün et taşıyan
birtakım kimselerin vâkıf şartına göre ya köpekleri veya kedileri çağırıp
etraflarına toplanan hayvanlara et parçaları atışları görülecek şeydir. Bunlar
bizim nazarımızda çok gülünç olmakla beraber onlarca öyle değildir. 4
17. yüzyılda Osmanlı topraklarına seyahat etmiş olan
Fransız avukat Guer, Osmanlıların hayvanlara besledikleri ilgi ve şefkatten,
onlar için yaptıkları hayret verici hizmetleri anlatırken, çarpıcı bir misal
olarak Şam da gördüğü kedilere ve köpeklere mahsus hastane den şaşkınlıkla söz
etmiştir. Ayrıca 9 Şubat 1829 tarihli belgede geçen, yük hayvanlarıyla ilgili
şu ikazlar, Osmanlı nın hayvan haklarını koruma hususundaki incelik ve
titizliğinin çarpıcı delillerinden birisidir. Hamalların, Cuma günleri
hayvanları çalıştırmamaları, hayvanlara güzelce bakmaları, yüklerini boşalttıktan
sonra hayvanlara binmemeleri eskiden beri uyulan bir usuldür. Ancak son
zamanlarda buna uyulmadığı görülmüş olup, gerekli tedbirler alınacaktır. 5 Buna
benzeyen ve yük hayvanlarına iyi davranılması, iyi beslenilmesi ve haftada bir
gün dinlendirilmesi hususunda 1580 senesinde padişah iradesi ile bir ferman
bile yayınlanmıştır.6
Böyle Vakıf Mı Olurmuş Demeyin Sakın
Osmanlı döneminde üç kıtada ecdat tarafından Allahın
yarattığı her türlü canlıya hizmet vermek için çeşitli vakıflar yapılmıştır.
Yazımıza konu olan bu vakıf kurumlarının sadece birkaçının isimlerini
zikredersek sanırım ne demek istediğimiz daha net bir şekilde anlaşılır;
Sokak kedileri ile ilgilenen Darül Miyav yani kedi vakfı,
aynı şekilde köpeklerle ilgilenen Darül havhav yani köpek vakfı, hasta
leyleklerle ilgilenen Guraba-i Laklakan, Mahalle mahalle gezip çocuklara helva
dağıtan vakıf, Gölleri temizleyen vakıf, yaz aylarında evlere soğuk su dağıtan
vakıf, yetim çocukları pikniğe götüren vakıf, şehir depolarında azalan su
rezervini arttıran vakıf, Görme özürlülerin işlerini yapan vakıf, Cuma gününü
şenlendirmek için eğlenceler tertip eden vakıf, Borçlu olanların borcunu
ödemeye yardım eden vakıf, Anadolu dan gelen misafirleri İstanbul da ağırlayan
ve ihtiyaçlarını karşılayan vakıf, evlenme çağına gelmiş ama kimsesi olmayan
yetim kızların çeyizini donatan vakıf,
bakıma ihtiyacı olan evleri restore ederek yaşanır hale getiren vakıf,
çöplüklerde fidan yetiştiren vakıf, kış mevsimi geldiğinde yiyecek bulamayan aç
kurtları doyuran vakıf, Van gölünde acil yardım gemisi dolaştıran vakıf,
Borcunu ödeyemediğinden dolayı hapse düşenin borcunu ödeyip mağdura yardım eden
vakıf, Sakatlanan ve hastalanan göçmen kuşları tedavi eden vakıf,7 herkese günde iki defa bedava yemek veren
Darüzziyafe vakfı, çalıştıkları evlerde eşya kıran hizmetçilerin zararını
ödeyen vakıf, her sokağa 2 doktor tahsis eden ve hastaları evlerinden alan
vakıf...
Uzun lafın kısası, biz dünyaya insanlığın ne olduğunu
öğreten şanlı ve yiğit bir atanın torunlarıyız. Selam olsun karanlık
dehlizlerde yolunu bulmak için bu ataya sarılan o şanlı nesle Vesselam.
KAYNAKLAR:
1) Mustafa Kutlu, Mavi Kuş, Dergah Yayınaları, İstanbul
2013.
2) Mustafa Kamil Bey,Evkaf Nedir, Vakıflar Dergisi 2009,
30 sayısı, Şerafettin Deniz,
3) http://www.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a419354.aspx
4)
http://www.moralfm.com.tr/hayati-kucaklayan-osmanli-vakiflari-cn146147.html
5) İsmail Çolak, http://www.zaferbilimarastirma.com
6) Ahmet Refik Altınay,İstanbul Hayatı, Kültür Bakanlığı,
Ankara 2000.
7) www.arkitera.com