İnsanlar vefat edince gasilden yani yıkandıktan sonra alınlarına ya da göğüslerine ayet, hadis yazılır mı? Sorusunun cevabını ulemaya bırakarak Hattad Hacı Nuri Efendi‘nin Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa‘nın alnına ve göğsüne yazdığı bir hat ibaresinden bahsedeceğiz.
Eşref Edib‘in anlattığına göre: Hacı Nuri Efendi, Güzel Sanatlar Akademisinde profesörlük yapmış çok değerli bir zat-ı muhteremdir. Bulunduğu dönemde hattatların reisi olan büyük Üstad Muhsinzâde Abdullah Bey merhumdan ders almış başarılı hattadlardandır. Özellikle de "Nesih ve "Sülüs" konusunda uzmanlaşmış biridir. Senelerce Matbaa-i Âmire hattatlığında bulunmuş, Saray‘da çalışmış, her sene Eczacıbaşı tarafından Padişaha takdim olunan "nevruziyelerin" yazılarını yazmış, meşhur hattat Şefik Bey‘den yirmi beş sene bu vazifeyi ifa etmiş, saray erkânına, Mısırlı prens ve prenseslere, sanayi-i nefise erbabı ekâbire pek çok yazılar, Kelâm-ı Kadimler, Fütuhat-ı Mekkiye ve Füsus-u Hikem eserler, sayısız levhalar vesaire yazmıştır. Ayasofya Câmii‘nin mihrabı üzerindeki pencerelerin yazıları, Bakırköy‘de Kartaltepe Câmiî kubbesindeki Sure-i İhlâs, Kastamonu‘da Şaban-ı Velî Dergâhındaki yazılar, Çorum‘da saat kulesinde ve sahabe-i kiramdan Suheyb-i Rumî Hazretlerinin türbesindeki yazılar ve yine İstanbul‘un birçok camilerinde tarihî şadırvan ve türbelerindeki yazılar hep Üstad Hattad Hacı Nuri Efendi‘ye aittir.
Yarım asırdan fazla zaman memlekete binlerce eser hediye eden Üstad, bir aralık çok yorgun düşerek Kastamonu kazalarından Taşköprü‘deki babasının köyüne çekilmiş, on sene kadar orada rençperlik ettikten davar yetiştirdikten sonra tekrar İstanbul‘a dönmüş, Güzel Sanatlar Akademisine Profesör tâyin edilmiştir.
Üstad ile böyle maziyi konuşurken çok mütehassis oldu ve Gazi Osman Paşa‘yla ilgili şu anekdotu anlattı:
- Bana bu âhir ömrümde maziyi hatırlattın, dedi. O günler ne günlerdi! Bir eser üzerinde haftalarca uğraştığımı bilirim. Kıl kadar kusur kalmasın diye titrerdik. Yazdığım eserlerin çoğunu unuttum. Bunların içinde bir tanesi vardır ki toprağa gömülmüştür. Ne vakit bunu hatırlasam kendimi zabtedemem, ağlarım.
Bir sabah Beşiktaş‘taki evimin kapısı çalındı. Bir görevli, Gazi Osman Paşa‘nın eşi sizinle görüşmek istiyor, dedi.
Osman Paşa ki Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa merhum. Sarayda yatsı namazını kıldıktan sonra konağa dönmüş, vefat etmiş. Hemen gittim. Hanımefendinin emirlerini telâkki ettim:
- Paşa merhum Hacı Nuri Bey‘in yazılarını çok severdi. Paşa‘nın yazı takımından bir kalem alsın, gasilden/ yıkandıktan sonra, Paşa‘nın kalemiyle ve mürekkebiyle Paşa‘nın alnına Besmele-i Şerife, iman dolu göğsüne de:
"Şehidellahü ennehü lâ ilâhe illa hu..."
âyet-i kerîmesini yazsın...
Gözlerimden yaşlar dökülerek, ellerim titreyerek Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa‘nın bir nur parçası gibi parlayan alnına Besmele-i Şerife‘yi, iman dolu göğsüne de Kelime-i Şahadeti yazdım. Böylece kefenlenip Rabbine kavuştu. Allah rahmet eylesin...
Şimdi eski mecmualardan Muhitül Maarif mecmuasını inceleyip karıştırırken böyle bir ilginç anekdotla karşılaşıp ne yapardınız? Elbette okuyucularınızı da haberdar etmek isterdiniz. Ben de öyle yaptım...
Yukarıda ismi geçen Şefik, yani Hattad Mehmed Şefik Bey‘e gelince: Biz de öyle usta, öyle sanatkâr insanlarımız vardır ki, bunlar Batı‘nın o çok övündüğü Leonardo da Vinci ya da bir başka sanatkârla kıyas etmek bile abestir. O denli büyüktür bizim sanatkârlarımız. Tıpkı Hattad Mehmed Şefik örneğinde olduğu gibi. Ne yazık ki bu büyük ustaların kadrü kıymetini bilmez, gereken ehemmiyeti de vermeyiz. Hakkında doğru dürüst bir biyografi çalışması dahi yapılmamıştır. Hatta mezarını dahi bilmeyiz. Yahya Efendi‘nin haziresinde yıkılıp, çok sonra toprağın altından çıkarılan ve tekrar dikilen mezartaşı dahi mezarının başında değildir. Mehmed Şefik Bey ve eserleriyle ilgili bir fotoğraf sergisi açan Süleyman Gündüz, Şefik Bey‘in mezarının kabir taşının iki- üç metre gerisinde olduğunu beyanla, bu ilgisizliğin dünyada görülmemiş bir acziyetin örneği olduğunu beyan ediyor. Bunlarla da yetinmeyen Gündüz, Hattad Şefik Bey‘in paha biçilmez hatlarının restore edilirken nasıl katledildiğini örneklerle izah ediyor. Bir levha gösteriliyor ve güya bunun onarım geçirildiğini ama "Kalellahü Teâla", ibaresinden sonra ayeti yazarken koskoca "iki noktanın" nasıl yok edilip, ayetle - ibarenin nasıl karıştırıldığını örneklerle izah ediyor.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal ise yaşadığı dönemde bir zirve olan Şefik Bey‘in mezar taşına hakkedilen yazının onu temsil etmekten uzak olduğunu kaydediyor.
Yitik bir medeniyetin kör ve sağır müntesipleri olmak böyle bir şey olsa gerek. Ne yazarların, ne sanatkârların kıymet verilmediği bir toplum, bir düşünce yapısı... Ondan sonra da kalkınmaktan, ilerlemekten dem vurmak. Tekrar medeniyeti diriltmek, ihya emek...
İçler acısı bir konumdayız. Neyi tutsak elimizde kalıyor. Yüz elli yıldır üzerimizden geçen buldozerler bizi pestile çevirmiş. Hâlâ dirilme değil, yalpalama dönemindeyiz ve düşe kalka yürümeye çabalıyoruz. İnsanın düştüğü yerden kalkması bile kolay değil! Ya bir medeniyetin?..




