"Yeniden ayağa kalkmak kolay değildir. Bunca boyun eğişten, bunca kölelikten sonra özgürleşmek kolay değildir. Küllerimizden yeniden doğmak kolay değildir. Yeniden doğabilmek için eski kendimizi yakabilmek kolay değildir. Zor bir iştir ayağa kalkmak. Ayağa kalkmak, arınmak ve yenilenmek demektir." (Sessizlik Senfonisi, Ahmet Özcan)
Çeliğin üzerindeki kurumuş çamuru atmak için, çamuru temizlemekle beraber çeliği sert darbelerle sarsmak da lazımdır. Böylelikle üzerindeki kir net bir şekilde atılabilir. Çeliğin yediği her darbe onu arındırır, temizler.
Üstat Sezai Karakoç‘un ifadesiyle "yenilgi yenilgi büyür bazı zaferler". (Şehit olan her Filistinlinin ruhu cennete uçarken, bedeni de intifada binasına yeni bir tuğla oluyor. Katil İsrail, şehit ettiği her çocuktan sonra korkusunu biraz daha büyütüyor, sebebini bilemediği amansız kâbuslara duçar oluyor. Ataol Behramoğlu‘nun ifade ettiği gibi: Cellât uyandı yatağında bir gece / Tanrım dedi, bu ne zor bilmece / Öldükçe çoğalıyor adamlar / Bense tükenmekteyim öldürdükçe.)
Her yenilgiyi, zafere giden yolda çekilen kutsal birer çile olarak kabul edenler, tırnaklarıyla kazarak ulaştıkları bu zafer karşısında herhangi bir sarhoşluk yaşamazlar.
Zafere birden ulaşanlar, köşeyi kısa yoldan dönenler, hızlı yükselenler; muhatap kaldıkları hız yüzünden bazı melekelerini yitirirler. Bunlardan en önemlisi, görmedir. Hiç kimseyi gözleri görmez. Akrabalarının ve tanıdıklarının sayısı bir hayli artmasına rağmen, onlar en yakınlarını bile göremezler. (İhale veya koltuk konusu, en azından şu anlık mevzuumuzun dışındadır. Zaten o zaman yakınlarından başka kimseyi göremezler. Miyoplaşırlar adeta.) Göremedikleri en önemli şey ise; hakikattir. Etraflarında döne döne nara atarlar. Fakat gece yarısı bile içkisini gazeteye saran sarhoşun çekingenliği dahi yoktur onlarda. Bu aniden ulaştıkları üst düzeylerden attıkları naralar, arş- ı alanın kulaklarını tırmalamaktan başka bir şeye yaramaz.
Feridüddin Attâr, Mantıku‘t Tayr‘ında yola çıkanların bazı engelleri aşmadan menzile ulaşamayacaklarını anlatır. Simurg‘a ulaşmak isteyen kuşların geçmek zorunda oldukları dipsiz vadilerden bahseder. Bu yedi vadide takılanlar ve bu vadileri hakkıyla geçenler vardır elbette. (1) Hep beraber yola çıkan kuşlardan bazıları istediklerini göremeyince talep vadisinde takılırlar. (2) Kimisi aşkına mağlup olur. Bâki sevdaya, geçici aşkı tercih eder ve aşk vadisinde kalakalır. (3) Kimileri yapabileceklerine çok güvenirler ve marifet/ bilgi vadisinde takılırlar. (4) İstiğna vadisinde, (5) Simurg‘ un tekliğini kendilerine yediremeyenler tevhid vadisinde kalırlar. (6) Yolculuğun zorluğu ve anlatılanların gerçek olduğunu görenler hayret vadisinde takılırlar. (7) Kendini Simurg‘ta yok edemeyenler fakr ve fena vadisinde takılır kalırlar. En son, bütün vadilerden geçen otuz kuş Simurg‘a ulaşır. Her vadide bu kutlu topluluktan ayrılanlar ise, dipsiz vadilerin dibinde kendilerini bekleyen acı sona kavuşurlar. Yuvarlak odada köşe buluncaya kadar, inerler esfel- i safiline.
Bu kuşların hikâyeleri arasında en çok dikkat çekenlerden biri de guguk kuşununkidir. Anlatılana göre: Guguk kuşu yumurtasını başka bir yuvaya koyar. Kendi cinsi küçük olan yuva sahibi kuş da guguğa yem yetiştireceğim diye kendini paralar. Bu yetmezmiş gibi guguk kuşu, yuvadaki diğer yumurtaları da yuvadan aşağı atar. Guguk kuşu, annesinin yaptığının üstüne, yeni yuvaya tuz biber eker. Yuvaya incir ağacı diker, yuvanın köküne kibrit suyu döker.
Yanlıştan dönmek, döneklik değildir...
Yanlışa düşen insan neye uğradığını şaşırdığı vakit, iş işten geçti zanneder. Fakat bilmez ki son nefese kadar tövbe kapısı açıktır. Tek yapması gereken, iblis gibi yapmamak, günahında ısrar etmemektir. Unutmamak ve utanmamak gerekir ki; yanlıştan dönmek, döneklik değildir. (Bu günahkârlar bir şeyi değiştirirken, her şeyi değiştirmek zorunda olmadıklarının farkında değildirler.) Bunlar, düştükleri yanlışı göremedikleri gibi; kurtuluşun da sadece kendilerinde olduğunu zannederler. Fakat bir takımda "ben" yoktur. Bunu bilmezler. İblis‘in, Hz. Musa‘ya dediği: "‘Ben‘ deme, ben gibi olursun" ihtarına kulakları kapalıdır. Yalandan korkmazlar, yılandan korktukları kadar.
Uyanık kalmak için kahve içerler. Kahvenin üstüne de ayran içerler. Ne kahvenin bir kıymeti kalır, ne de ayranın. Uyanık olduklarını farz ederek yeni yeni şeyler bulduklarını zannederler. Bırakın yeni bir şey bulmayı, geriye gitmekte o kadar ileri giderler ki, nerede ve hangi zamanda olduklarını da unuturlar. Değişe değişe, değişmez diye bildiğimiz değişimi de değiştirirler.
Bırakın güneşi ayı ellerine almayı, beş dakika çıkmazlar klimalı odalarından. Daha kırkı çıkmamış sevdalarına ihanet ederler. Sorsanız, düşman kandırıyorlar, takiyye yapıyorlar veya onun silahını kullanıyorlardır. Yaşadıkları durgunluğu da, ardından fırtına gelecek bir sessizlik diye nitelerler. Sonunda ise bir fıs bile çıkmaz ortaya.
Önceden mücahittiler, sonradan müteahhit oldular, şimdilerde her haltı yemeye müsait hale geldiler. Sayın Hüseyin Akın‘ın ifadesiyle; "biz ihya okuduk, onlar ihya oldular."
Tanıtım toplantısında mankenleri kullanan belediye başkan adayının başına gelenleri gördük haberlerden. Bu kadarına da pes, dedirten bir ahlaksızlıkla karşı karşıyayız. Mankenlerle tanıtım yapan, yani milletin aklına, ruhuna değil de uçkuruna hitap eden bir aday; seçilirse şayet, şehirdeki genelev sayısını artırmakta da bir beis görmeyecektir. Yani kendine oy verenlerin talepleri doğrultusunda hareket edecektir. Geri kalanları yok sayarak... Yaptıkları da kabul görmeye başlayacaktır bir süre sonra. Ne demişler: "Söz insanın neresinden çıkarsa, muhatabının orasına isabet eder."
Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç‘in, "kadim medeniyetler ile su üzerine çizilen çizgiden farksız olan milletler arasındaki en büyük fark; hatırlamaktır" sözünü de hatırlayamazlar. Çünkü hiç duymamışlardır. Ateşi söndürmek için kullanmaları gereken battaniyelerini, rahat uykuları için daha sıkı sararlar bedenlerine... Yangın devam eder, onlar mesut rüyalar görürler. Aç adama kırk yorgan örtmüşler, yine de uyuyamamış. Fakat onlar öyle derin bir uykudalar ki; demek karınları da tok, sırtları da pek! Nerede kaldı insanlık, nerede kaldı ‘aç komşuyu düşünmekten dolayı uykuların kaçması‘? Sarılın bakalım yorganlarınıza; ölsün bakalım insanlar açlıktan, soğuktan, ilgisizlikten!
Ünlü edebiyatçı ve düşünür Franz Kafka‘nın Değişim isimli eserinde böceğe dönüşen pazarlamacı bir adamın yaşadıkları anlatılır. Böcek, sonunda "nasıl yaşamışsa, öylece ölür", yani nesnelerin pazarlamacılığını yapan bir kişi, sonunda nesneleşir ve bir böcek gibi ölür.
Neye sahip olduklarını ve hangi safta yer aldıklarını unutanlar da; şu hale düşerler:
Dervişe sormuşlar: "Malını mı daha çok seviyorsun, yoksa günahını mı?"
"İkisi arasından malımı elbette" demiş.
"Hayır" demişler.
"Neden" demiş.
"Öyle olsaydı, günahını değil de, malını yollardın gideceğin yere" demişler.
Evet, bunca ihanetten sonra ayağa kalkmak kolay değildir. Kolay değildir yeniden toparlanmak. Yeniden aynı saflarda yer almak, zor gelir insana. Abdest tazeleyip arka saflardan başlamak gerekir. Alnınızda bir kara leke, bileklerinizde pranga izleriyle hep mahcup olarak, boynunuz eğik dolaşırsınız sadıklar arasında.




