Toplumsal hayatın merkezinde genel olarak üç tip insan yer alır. Birinci grupta yer alanlar sessiz sadasız çalışıp üretenler; ikinciler gruptakiler hiç çalışmayanlar. Üçüncü grupta yer alanlar ise kendileri bir şey üretmeyip, çalışanların başarılarını lehte ve aleyhte tartışarak geçimlerini sağlayanlar.

Çalışkan ve üretken insanlar, kendilerine özgü bir hayat çizgisi oluşturdukları için emin adımlarla ilerler. Onlar, uğraştıkları alanda yol aldıkça, başarılar elde ettikçe, çevrelerindeki insanlara bir şeyler öğrettikçe, alanlarında aranan insan oldukça; ürettiği mal, ortaya koyduğu düşünce paylaşıldıkça duyduğu haz onların hayatlarının gayesini oluşturur.

Çalışkan insanlar, "seyredilen insan"lardır. Onlar, yaptıkları ve dedikleri önemsenen kimselerdir. Bu insanlar kendilerini kurtardıkları gibi diğer insanların kurtuluşuna da omuz verirler. Topluma yük olmadıkları gibi, toplumun yükünü de hafifletirler. Onlar, insanlığın ve üyesi oldukları toplumun iftihar kaynağı kişilerdir.

Çalışıp üreten insanların, sosyal hayatın densizlikleriyle, alavere dalaveresiyle bir alâkası yoktur. Onların çalışmaları, eğlenmeleri ve dinlenmeleri de rafinedir. Vakitlerinin kıymetini bilirler; televizyonun karşısına geçip sanat ve estetikten yoksun abuk sabuk dizileri izlemeyi, zekâdan yoksun şaklabanlıkları seyretmeyi akıllarının köşesinden bile geçirmezler.

Ne yazık ki, günümüzde insanlar öylesine baskı altına alınmış ki, televizyon seyretmemek anormallik olarak görülmektedir. "Akşam şu diziyi izledin mi, şu programa baktın mı?" gibi baskılar, insanların birbirine zulmüdür. Şöyle bir hatırlayınız, bir zamanlar "dinî gayretle" evlerine televizyon almayan kişiler ne kadar horlanmıştı. Evinde tabanca bulundurmakla tabancayı kullanmak başka şeylerdir. Bir televizyon röportajında bir gazete yönetmeninin "Yirmi senedir televizyon seyretmiyorum" demesini gayet iyi anlıyorum.

İlâhî kurgu gereği her zaman toplumlarda çalışkan, üretken insanlar olmuş ve olacaktır. Onlar icat edecekler ki, diğer insanların hayatları kolaylaşsın. Herkes suyu kaynağından içemez, birilerinin o suyu, içilecek mekânlara taşıması gerekir. Susamış birine su verip mutlu olmak gibi; büyük emeklerle kazandığınız ekmeğinizi, aç birisiyle paylaşmak gibi. Bunlar insana büyük heyecan verir. Farklı dillerde "iyilik, sevap, hayır" dediğimiz şeyler bunlardır.

İkinci gruptakilere gelince, onlar hayatlarını, "çalışmadan yemek, üretmeden sahip olmak" üzerine kurmuş asalak tiplerdir. Bunlar, "çalmak"tan tutun da, birisinden bir şeyi "gönüllü veya gönülsüz almasını / vermesi"ni sağlamaya kadar geniş bir yelpazede yer alırlar. Asalak tipler, üretken insanların merhamet duygusunu sömürürler. Emek, haysiyet, alın teri gibi değerler onların dünyasında yer bulmaz. Onlar için önemli olan karınlarını doyurmak ve nefislerini tatmin etmektir.

Üçüncü grupta çalışıp üretmeden, sureti haktan görünen laf cambazları yer alır. İlimden sanata, siyasetten ekonomiye kadar hayatın her kesiminde bunların örneklerine rastlamak mümkündür. Giyinip kuşanıp ortalıkta görünmekten, her şeyi biliyormuş gibi konuşmaktan, vatan kurtarmış kumandan edasıyla hareket etmekten asla utanmazlar. Laflarını hoşa giden kelimelerle süsleyip nabza göre şerbet vermesini iyi becerirler. Böylece ekranların, sohbet ortamlarının aranan kişileri oluverirler. Dillerinin kemiği, düşüncelerinin omurgası yoktur. Ya ülkenin kazanımlarını ya başkalarının başarılarını pazarlarlar; ya da çalışıp üretenlerin ürünleri "iyi hoş ama" diyerek eleştirerek başkalarının kayığına binmeyi kendilerine ekmek kapısı olarak görürler.

Bunun tipik bir örneği olarak, son yıllarda Türkiye‘nin İsrail‘le yaşadığı sorunları bu istikamette yorumlayıp "iyi oldu" ya da "İsrail gibi dünyayı parmağında oynatan bir güce baş kaldırmak had bilmezliktir" deyip, risksiz alanlarda seyretmeyi yeğlerler. Olağan seyrin değişmesinden rahatsızlıklarını dillendirip, "var olan güç dengeleri"nin bozulmaması gerektiği üzerinden yürürler.

Bu zamana kadar ülke adına bir şey üretmeyenleri görmezler de, "Balıkçı teknesiyle uluslararası sularda sismik araştırma yapılır mı?" diyerek, ülkesini küçük düşürmekten geri durmazlar. Bunlar, statükonun devamından yana tavır alırlar. Düşünme zahmetinde bulunmadıkları için de, statükonun faydalarından dem vururlar. Oysa hayatın temelindeki dinamizm değişmekten yanadır, çünkü hayatta kalabilmek için sürekli değişim gerekir.

Üçüncü gruptakilerin zararı ikinci gruptakilerden çok daha fazladır. Çünkü onlar kendini lokomotif makamında görürler. Toplumu yanlış yönlendirmek suretiyle de, büyük bir vebalin altına girerler. Hiç kuşkusuz "önde olma, görünür olma" kişinin nefsini okşaması açısından bireysel tatminlerin yaşanmasına vesile olur, fakat kazandığı ekmeğin hayrını görme konusunda ciddi sorunlar yaşaması da doğaldır. Toplumun "itibar" göstermesi, ciddi bir sorumluluğu gerektirir. Hoş, bunlara, toplum mu, yoksa medya mı itibar gösteriyor, o da ayrı bir mesele!

Muhabir: Haber Merkezi