Spinoza, “Var olmak kendini ifade etmektir, başka bir şeyi ifade etmek ya da ifade edilmektir” der. İnsanların artık kendilerini çokça ifade edebildiğini, kendilerinin bir şekilde ifade edildiğini söylemek görece doğrudur. Ancak ifade edilmenin bu kadar yoğun olduğu, sözde özgürlüklerin hem yaygın olduğu hem de birçok özgürlük savunucusunun olduğu bir düzlemde “var olmak”tan bahsedemiyoruz. İfade var, ama var olmak adına en ufak bir emare yok. Bugün belki de en çok kullanılan argümanların başında gelen ifade hürriyeti, bir takım televizyon ve sosyal medya projeleri vasıtası ile insanların elinden alınarak sanal bir takım tiplerin eline veriliyor. Onun ifadesi, kutunun karşısında oturan insanlar için bir rahatlama imkânı sağlarken, sistem açısından bu durum avantaj olarak kullanılmaktadır. Çünkü yoğunlaştırılmış bu ovuşturma devamlılığı uyuşuk zihinlere sebep oluyor. Her aidiyet grubuna uygun sözcüler türetilirken; sözde ‘ifade’ ise sınırlı bir alana hapsolmuş oluyor. Hali ile insanın kendi varlığı ile ilgili derin bir boşluk oluşuyor.
Bu durum insanlarda, toplumlarda bir çeşit ön kabullerin, ritüellerin pratik bir işlev kazanmasına neden oluyor. İster sınırlı karakterlerle, isterse saatler boyu tekrar eden programlarla ya da sosyal medya denilen mecralarla bir düzen içerisinde, kontrol altına alınmak varlığın hükümsüzlüğünü açık ediyor. Bu durum aynı zamanda güç sahiplerinin düzenlerini tahkim etmeleri ve itaat içinde muhataplarını tutmalarına da yardım ediyor. İşte böylesi bir durumda varlık arayışında olan, kendi ifadesini açığa çıkarmaya çalışanların karşılaştıkları durum: Kendini diğer insanlardan farklı algılamak zorunda bırakılmaktır. Bu da haliyle bir çeşit şiddet izi taşır. Ne yazık ki dünya böylesi bir güzergâha doğru sürüklenmektedir. Ki yaşanan sosyal ve toplumsal olayların-olguların serencamına baktığımızda her aşamasında ortaya yeni şeyler, yeni varsayımlar atılan bu dolambaçlı güzergâhı görürüz. Aslında her şey bilindiktir sadece dekoru ve tonajı değiştirilmiştir. Bazen de bilinmeyen bir mitos su yüzüne çıkarılarak aradaki süreçler kesintiye uğratılır ve sonuç hep aynı noktaya döndürülür.
Her gün yeni bir aktör, gözü pek silahşor keşfedilir ve yeni bir şey bulmuşçasına bu görevi üstlenir. Adeta bir fatih edası ile umutsuz yığınların varlıklarını talan eder. Çünkü bu boşlukta insan anlam bulabilmek için fatih olmaya dünden hazır hale gelmiştir. Ve insanın varlık kalesini, hakikatini yıkmak için kitleye katılır. Nede olsa ‘insanın aşamayacağı sur yoktur.’ Böylelikle öncülleri birbirine kavuşturup, derhal ve bütünsel olarak insanın “ben” alanı ele geçirilmiş olur. Bu işlem yapılırken her şey silah olarak kullanılır; ‘din, tarih, dil vb.’ artık bir silahtır. Geçmişin ve inancın kavranma şekli bu süreçte nasıl hareket edileceğini de gösterir. Bu nedenledir ki alet haline getirilen her şey erk sahipleri tarafından yıkıcı bir silaha dönüştürülür. İnsanın yaşadığı şey ne kadar keskin olursa olsun durum tevilciler tarafından gerçeklikten uzaklaştırılarak, sadece duyguya dönüştürülür. Gerçek ise acı bir tehdit olarak itirazların önüne set olarak konur.
Bu bakımdan aslında yaşanılan deneyim içerisindeki bir anın, insanı -yönlendirilmiş olmaya değecek türden- diğer anlara yönlendirebilme biçimine dayanır. Aslında bu döngüden çıkmak için sadece dışsal formlara dayalı yapay alanlardan uzaklaşıp, varlığın belirginliğini ortaya çıkartacak anlam ortaklıklarına yönelmek, talim ettirilen güzergâhtan çıkabilmeyi sağlayacaktır. Bir kez hakikati hissettiğinde insan güneşin her zamankinden daha parlak olduğunu ve gözlerindeki lekelerin silineceğini fark edecektir. Fark etmek ise başlamak için önemli bir adımdır. Görmek, varlığını bulmak ve özgün sesini bulmak için sadece gönül gözü ile bir kez gökyüzüne, dağa taşa bakmak yeterli olacaktır. Nerden gelip nereye gittiğini ve varlığının nedenini hatırlamak için varlığın hakikatini keşfetmek kadim bir yöntemdir. Geçici olduğunu unutmamak için de bu gereklidir. Güneş doğuyorsa kendini bulmak adına bir ümit var demektir. Hoşça bakın zatınıza…
TAŞ GEMİ
Not: “Bir garip bülbül öter su başında, nice gül yansın, nice tutuşsun” diyor şarkının sözleri. Öyle gelip bağlıyor müzik, tutuşuyor içinde insanın bir yara. Derin ve sarsıcı bir rüzgâr esiyor içten içe. Bu hafta Hüsnü Arkan’dan, “Tutuşsun”u dinliyoruz. Erkan Oğur eşlik ediyor. Dinlersen iyi gelir.
Eriyen karlar gibi gülümseyenim
Geceden başka ışığı yok anıların.
(Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 3)
Bize Kadar:
1- Louis Aragon, Elsa’nınGözleri’nde, “Kuşkusuz, beni yalnız, yarasını kalbine yeğ tutanlar anlar” der.
2- Tanpınar, ‘Beş Şehir’de, “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz” der.
3- Bak, galiba bunu en çok bugünün toplumu için söylemiş Nietzsche “Ve yeryüzünde hiçbir şey bir insanı içerleme hissinden daha fazla tüketemez.”
4- “İnan sana değil kastım, cahille sohbeti kestim” diyen bilge, Aşık Veysel.
5- Bu hafta eğer bulabilirsen, yeni baskısı var mı bilmiyorum ama Seyyid Hüseyin Nasr’ın, “İslam Sanatı ve Maneviyatı” kitabı okunur diyorum.
6- “Aloys” TobiasNölle’nin sarsıcı bir yapıtı olarak orada duruyor. Eşiği geçmek için sadece bir kırılma anı yeter. İnsanı ve yalnızlığını, şizofreni film diliyle anca bu denli anlatabilir bir insan… Alyos’da biraz “sen”, biraz “o”, biraz da “ben” var.
TEKKE
“Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk. Varlığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim.” (Neşet Ertaş’tan tadımlık)
Bir Lahza:
-“Bazen boş bir sayfa daha fazla olasılık sağlar.” (Paterson’dan)
DAĞARCIK
“Dışarıdan bir şeyler kazanabilmek için içeriden bir şeyler yitirmek, yani şan şöhret, mevki, şatafat, ün kazanmak için huzurunu, boş zamanını ve bağımsızlığını bütünüyle ya da önemli ölçüde feda etmek büyük bir budalalıktır.” (Arthur Schopenhauer’dan tadımlık)