İnsan; düşündükçe ağırlaşır, öğrendikçe derinleşir, hissettikçe hassaslaşır, sevdikçe olgunlaşır, anladıkça yalnızlaşır, yalnızlaştıkça yalınlaşır, yalınlaştıkça da kendini yeni baştan inşâ eder.
Bu meşakkatli süreçte ruhuna kazıdığı her yeni hakikat, gönlüne bir kat daha yük bindirir. Zira insan-ın “olma” yolcuğu yalnızca zihnî değil, yüreği de uyandırır.
Yüreği uyan(dıra)mayan bir zihin, rehberden yoksun yolunu kaybetmiş bir yolcu gibi değil midir?
Ne kadar çok anlarsan, o kadar çok hissetmeye ve anlaşılmamaya başlarsın; ne kadar derin düşüncelere dalarsan, içte ve dışta o kadar çok savaş ve barış yaşarsın…
Anlamak, farkına varmak; bir lütuf gibi görünse de çoğu zaman bir gece gibi çöker insanın üzerine… Çünkü farkındalık, çoğunluğun sığ ve konforlu hayal dünyasında yaşamasına izin vermez insana…
Perdeler kalkar, illüzyon bozulur, uyutucu masallar susar.
Geriye, saf ve bir o kadar da çıplak “gerçekler” kalır ortada…
Bu yüzden derler ya, "cehalet mutluluktur" diye… Çünkü düşünmeyen/bilmeyen, sorgulamaz; sorgulamayan, insan olma sorumluluğunu üstelenmez, olmayı reddeden acıya dokunmaz, acı duymayan candan hissetmenin ne demek olduğunu kavrayamaz.
Denizin yüzeyinde hafif bir çöp gibi yüzmeye razı olan, derinliğin karanlığında parıldayan gerçeğin ışığını nasıl bilebilir ki?
Oysa düşünen insan, bir kez yüzünü gerçeğe/hakikate döndü mü, geri dönemez artık. Karanlıktan çekinse de ışığın acıttığını ve o acıda gizli olan tatlıyı öğrenmiştir/tanımıştır bir kere. Ve işte o an, kendi iç dünyasında yalnızlaşır; sığ kalabalıkların arasında bir yabancıya, derin mi derin kendi içinde ise bir sürgüne dönüşür hayatı…
Toplumun genel geçer doğrularına sığamayan, ezberlerin dışına taşan insan; çoğunlukla anlaşılmaz. Çünkü düşünmeye cesaret edenler, düşünmemenin esaretinde kalanlarca asi ilan edilerek dışlanır. Ne "onurlu bir asiliktir" bu; değerini bilenler için...
Düşünmek; dışındaki ve içindeki sert kabukları kırmak/çatlatmak, alıştığın güvenli (!) kıyılardan uzaklaşmak, kalabalığın suni gürültüsünü ardında bırakmaktır. Bazen, herkes sırtını dönse bile, inandığın ve vakıf olduğun gerçeği dimdik ayakta tutabilmektir.
Bu irade, içte ve dışta insan olmamaya direnenlere karşı insan olma direnişidir.
Ve bu direnişin en ağır bedeli, derin/saf bir yalınlık, gerçek/paha biçilmez bir yalnızlıktır.
İşte bu sorumlulukları alarak “insan olmaya” aday insan-oğlu, kalabalıkların alkışına köle olmayı reddeder. Ruhunu ucuz onaylara satmak yerine, içsel bir özgürlüğün sessizliğinde yaşamayı seçer. Onlar için yalnızlık bir sürgün değil, bir tahttır. Kalabalıklar içinde baş eğmektense, kendi iç ülkesinde yalnız ama onurlu bir kral olmayı yeğler.
Ve belki de gerçek güç, tam da budur: Anlaşılmamayı göze alarak yaşamayı sürdürmek…
Düşüncenin dikenli yollarında tek başına yürümek…
Ve her şeye rağmen, iç sesini susturmadan var olabilmek…