ORTADOĞU Müslüman halkların öteden beri yaşayageldikleri
temel gaileleri yönetim, özel olarak da iktidar sorunu olmuştur. İktidar
sorununu, sahip oldukları inanç ilkeleri bağlamında ele almak yerine, inanç
ilkelerinin reddettiği tarihten önceki geleneksel yapı ve uygulamalarda
aramışlardır. Böylece eşitsizlikçi, soy ve zümre imtiyazına dayalı otoriter ya
da totaliter, hesap vermeyen sorumsuz bir iktidar ve yönetim anlayışına
kendilerini adeta mahkûm etmişlerdir. Bu anlayışta iktidar tekelleşmesinin kaçınılmazlığını,
bunun ise, yine kaçınılmaz olarak temel insan hak ve özgürlüklerini yok
edeceğini ve zulmün olağanlaşacağını dikkate almayarak, fitneyi önleyip birliği
sağlayacağı umut edilmiştir. Onun için bir takım eksiklikler, yanlışlar,
sapkınlıklar, gayrı meşruluklar tasvip edilmese de ehveni şer gibi
nitelendirmelerle savuşturulmak istenmiştir. Sözgelimi zalime itaat mi, direnme
mi, tarzında ortaya çıkan seçeneğe, kendi bağlamında cevap verme yerine, fitne
çıkarma gibi bütünüyle farklı bağlamlar üzerinde tartışmalara girişilmiştir.
Fakat sonuçta, engellemek istediği, özenle sakınmaya çalıştığı fitne daha
ağır ve daha geniş boyutla ortaya çıkmıştır.
Öte yandan Ortadoğu Müslüman halkları, anlaşılmaz bir
tutumla kendi sorunlarını, kendi imkân ve gücü oranında ele alıp çözümleme
yerine, muhayyel bir boyutta algılama yoluna başvurmuştur. İdeal olarak
tasavvur edilmesi gereken ile gerçeklik olarak kavranılması gerekeni
özdeşleştirmeye çalışmıştır. Zaman ve mekânın belirleyici niteliğini hesaba
katmadan, zamansız ve mekânsız bir gerçeklik dünyasında yaşadığı zehabına
kapılmıştır. Bunu sorgulamayı, inanç ve değerlerinden bir inhiraf, yoldan sapma
şeklinde görmüştür. Oysa sahip olduğu inanç ilkeleri ona sorgulamayı
sorumluluğunun bir gereği olarak önermekte ve yüklemektedir. Sözgelimi iktidar
niçin şu kişi ya da aile veya zümreye, hanedana aittir Fitne, tuğyan ve zulüm
kaynağı haline gelmiş bir iktidara ya da yönetime neden itaat edilsin
İktidarın denetim altına alınmasıyla insanın hak ve özgürlüklerinin gerçekleşme
imkânı daha az mı, yoksa daha fazla mı olur Hak ve özgürlüklerin daha fazla
yaşandığı bir ortamda, düşünce, bilim, sanat ve ticaret, insan ve topluma daha
fazla yarar sağlamaz mı
Şöyle veya böyle de olsa Arap Baharı , Müslüman
halkların içinde yaşadıkları iktisadi, toplumsal, siyasal şartlara yönelik
insiyaki bir tepkiydi ve bir sorgulama aşamasına geçme istidadı sağlayabilirdi.
Hâlâ bunun imkân sınırları içinde bulunduğu düşünülebilir. Onun içindir ki,
Ortadoğu Müslüman halklarını sultaları altında tutan sefih, düşkün yönetimler,
bu imkânı ortadan kaldırma yollarının arayışı içindedirler. Bu yönetimler
varlıklarını nasıl emperyalist güçlerin desteğiyle sağlamışlarsa, idamelerinin
de ancak bu güçlerin işbirlikçisi olmalarında görmektedirler. Bunun için halkın
dostluk ve barış içinde yaşama ihtiyaç ve istekleri, nifak üreten iktidar
tarafından şiddetle, kanla kıyımla boğulmak için, savaş ihtimali ve tehlikesi
ortamında tutulmaktadır. Sözgelimi, Irak ın işgaline, Suriye nin iktidarı
devirme planlarına karşı, sadece halkların barışı adına hayır denilmiş
olsaydı, bugün gelinen toplumsal trajedilerin bu kadar acımasız olması mümkün
olur muydu
Sorun, bu sefih yönetimlerin, bırakınız genel anlamda
insana en küçük bir saygı içinde olmalarını, en azından iktidarlarının ve
sefahatlerinin nesnesi olarak bile yönettikleri halka hiçbir değer
vermemelerindedir. En ilkel, en cahil, en duygusuz bir varlık bile, kendisine
boyun eğen, kendisinin yaşaması için ihtiyaç duyduğu bir varlığı, görünüş
itibariyle de olsa korur, gözetir. Bunu sırf kendi bencil, gösteriş duygusuyla
bile olsa yapma zorunluluğu duyar. Halka reva gördükleri yoksul, perişan,
cehalet içinde, güvenliksiz, geleceksiz bir hayat onursuz, haysiyetsiz,
izzetsiz ve itibarsız bir kişiliktir. Debdebe, israf, gösteriş, sefih hayat ve
kişiliklerini, halka reva gördükleriyle dışa yansıtıyorlar, ama bunun kendi
varlık ve kişiliklerinin bir yansısı olduğunu anlamazlıktan geliyorlar.
Sefihliklerini, arsızlık ve hayasızlıkla örtüyorlar.